18 Eylül 2017 Pazartesi

Kurosawa'nın "Düşler"i üzerine...




Hicret OSTA

Anadolu Gençlik Dergisi - Eylül 2017


DÜŞ MÜ KÂBUS MU?

                 “İş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli helak etmek için koşar. Allah ise bozgunculuğu sevmez.” (Bakara - 205)

     İki dünya savaşı ve bir soğuk savaş dönemine tanıklık edip neredeyse her yapıtında güngörmüşlüğünü konuşturan Japon senarist ve yönetmen Akira Kurosawa’nin 1990 yapımı “Dreams” (Düşler) isimli filmi, yaptığı dayanaklı doğa güzellemesi ile modern zamanların sinema başyapıtlarından biridir. İsmine atıfla olaydan olaya, durumdan duruma seyir içinde akan film, bir karakterin merkezinde dönmesi ile de rüyaları bizzat gören karakterin (esasında oldukça öznel bir izlekte yönetmenin) zihin dünyasına izleyiciyi çeker. Fakat asıl dikkat çekici olan büyülü düş atmosferiyle başlayan filmin yer yer kabusa, hatta karabasana evrilen örgüsündeki evrensel hakikat parçalarıdır. Fakat yönetmen yine de insanlık namına umutvar olduğunu, kabustan çok rüyadan yapılma sahnelerin altın vuruşları ile gösterir.

     Birbirinden bağımsız sekiz kısa hikayenin ördüğü film, başkarakterin gördüğü sekiz farklı rüyadan ibaret olmasına karşın ilerleyen her düşte karakterin bir önceki düşe göre yaşça büyümesi, karakterle beraber erginleşen ya da erginleştirilen izleyici için de bir bütünlük oluşturmakta. Üstelik asıl söylemek istediğini son rüyaya saklayan yönetmen için sağlam bir zemin ve hazırlıklı bir zihin kademeli olarak inşa edilir böylece. Kurosawa’nın, filmin her bir köşesine düğümlediği nihai mesaj ise günümüzün ve dahi geleceğimizin kaçınılmaz sonu olan doğanın ve neslin yok ediliş serüvenidir.

     Çocuk masumluğunu anlatan ilk rüyalar, fıtratla da uyumlu olarak doğanın karşısında değil yanında yer alan insan tavrının naif örneğidir. Gökkuşağı ve orman gibi masalsı motiflerle örülen ilk iki rüya bittiğinde akılda kalan “Şeftaliyi para vererek de almak mümkün. Ama şeftali ağaçlarıyla dolu bir bahçeyi almak mümkün mü?” repliği, hala içten içe direnç gösteren ve “iyi” olanı kaybetmeyen insanoğlunun son nidası gibidir.

     Üçüncü rüya ile birlikte çocukluktan yetişkinliğe geçen başkarakterin, rüyasının mahiyeti de yaşı nispetinde değişir. Zira “tipi” ismini alan ve insan zihninin dağdağalı, karmaşık yapısına atıfla bir afet içinde geçen rüya, aynı zamanda artık bulanmaya ve çocuk saflığını kaybetmeye başlayan insanı temsilen “kar sıcak, buz soğuk” cümlesi ile matuf, aynı gerçekliğin başka yüzlerine hakim olma noktasından hareketle tek boyutluluktan çıkan ve erginleşen insanı hikaye eder. Fakat ardından gelen rüyalar saflığın, tekliğin, bütünlüğün yani fıtratın çatallaştığı ölçüde insanın düştüğü felaketler silsilesini, doğa üzerinden anlatmaya devam eder. Tabi ki her seferinde rüyalar, gittikçe ağırlaşan trajik bir kabus kıvamına gelir.

     Hayat ve ölümün tünel metaforu üzerinden anlatıldığı dördüncü rüya, “teknoloji sayesinde” yüzlerini dahi görmeden (hatta tam da yüzler görülmediği için) acımasızca ve yüksek sayıda insan kıyımına sebep olan 20. Yüzyıl savaşları “sizlere kahraman diyorlar ama bir köpek gibi ölüp gittiniz” cümlesiyle ciddi bir şekilde eleştirilir. İşgalci devletlerin tasallutu ve müthiş gelişmiş kitle imha silahlarının zoruyla bir anda hayatları sonlandırılan milyonlarca ölü insanın hala yaşayan sesi artık bastırılamaz ve tüm insanlık adına vicdanlı bir müfreze komutanı aracılığıyla “kurban”lardan içli bir özür diletilir.

     İnsan hırsı karşısında aciz kalan aklıyla sanatın sıcak kucağına rüyada da olsa sığınan başkarakter, Van Gogh’un “güneş beni resim yapmaya zorluyor, sizinle kaybedecek zamanım yok” cümlesiyle bir kez daha insanlığına terk edilmiş halde yapayalnız bırakılır. Kabusun ivmesi artar ve izleyici bir anda kendini büyük bir nükleer patlamanın eşiğinde buluverir. Radyasyonun kaçıp kurtulmaya asla müsaade etmeyen hız ve yakıcılıkta yayılması, enerji üretebilmek için kendi soyunun ve yaşadığı dünyanın sonunu getirmekten çekinmeyen insanlığın artık nihai felaketidir. Son bir hamleyle, kendisi ölmeden önce biraz daha çocukları dünyayı görebilsin diye çırpınan annenin feryadı, gelecek nesiller adına sallantıda olan “insan”a güvenin adeta kökünden devrilmesidir: “Tesisin kendisi güvenli ama insanlar değil. Kaza olmaz, tehlike yok. Bize tek söylenen buydu. Yalancılar!”.

     Radyasyon, nükleer bombalar ve füzelerle birlikte yok edilen dünya, şeytanların bile ağladığı mekanik eşyalar çöplüğünden, ucube bir hurdalıktan, dev karahindibaların ve mutasyona uğramış binbir türlü canlının sardığı korkunç bir çölden, yani insanın en nihayetinde elinde kalacak olan iflah olmaz bir garabetten başka bir yer değildir artık. Şeytanlaşmış bir insanın itirafı ise pek çoğumuza tanıdık gelecek ölümcül bir pişmanlığın son kertede ayyuka çıkmasıdır: “İnsan olduğum vakitler bir çiftçiydim. Fiyat düşmesin diye litrelerce sütü nehre boşalttım, tonlarca patates ve lahanayı toprağa gömdüm. Ne aptallık ama.”

     Yaklaşık otuz yıl öncesi itibariyle neslin ve doğanın nihayetine dair yordaması bu denli korkunç ve maalesef gerçekçi olan Kurosawa, son rüyada (ne Fuji Dağı, ne tünel, ne tipi, ne gökkuşağı) hiçbir eğretileme kullanmadan, adeta bakın kurtuluş reçetesini açık açık yazıyorum feveranıyla, tüm dünyayı kabustan uyandırma ümit ve iştiyakıyla insan kardeşlerine bilgece seslenir: “İnsanlar konfora çok alışmış, konforun daha iyi olduğunu düşünüyorlar, esas güzel olanı fırlatıp atıyorlar. Günümüz insanı doğanın bir parçası olduğunu unutmuş vaziyette, halihazırda hayat kaynakları olan doğayı yok etmeye devam ediyorlar. Her zaman daha iyisini yapabileceklerini sanıyorlar. Özellikle bilim adamları, akıllı olabilirler ancak anlayamadıkları şey; doğanın gücü. İnsanları mutsuz eden şeyleri icat edip duruyorlar. Üstüne icat ettikleriyle böbürlenip duruyorlar, daha da beteri insanların bu icatları bir mucize olarak görmeleri. Tapıyorlar onlar. Farkında değiller ama doğa ellerinden gidiyor, sonlarını hazırladıklarının farkında değiller. İnsanoğlu için en önemli şeyler; temiz hava ve sudur. Bu ikisini üreten ağaç ve bitkiler. Her şey kirletiliyor temizlenmemek üzere. Kirli hava ve kirli su, insanoğlunun ruhunu da kirletiyor.”