16 Mayıs 2019 Perşembe

Ah, Nerede O Eski İstanbul Züppeleri!




Anadolu Gençlik Dergisi / Mayıs '19
Hicret OSTA

Ah, Nerede O Eski İstanbul Züppeleri!

    1839, Tanzimat Fermanı ilan edilir.1854, Osmanlı ilk kez dış borç alır.1856, Islahat Fermanı ilan edilir.1873, Dünya’da borsa krizi yaşanır. 1875, Avrupa’dan borç bulamayan Osmanlı iflas bayrağını çeker. 1876, Ahmet Mithat Efendi Felâtun Bey ile Râkım Efendiisimli romanını yazar.
     Yukarıda verilen kısa kronoloji, uzun yıllar Türk Edebiyatı’nı meşgul edecek “züppe” tipinin kurulumunu anlamak için çok mühim. Zira bir “tip”in bir eserde temsil edilebilmesi için, o tipin mekanikleşen davranışlarını sergileyen kişilerin toplum içinde yaygınlaşması şarttır. Osmanlı coğrafyasında henüz neşvünema bulan roman türünün, birçok türsel acemiliğini ve fakat aynı zamanda mevzu açısından pek çok ilkini barındıran Felâtun Bey ile Râkım Efendi, “Batılılaşma sorununu alafranga züppe tipini sergileyerek ele alır” ve “bu tipi de ilk işleyen roman”dır.[1]Dolayısıyla şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki 1876 yılında basılan bu eser zamanına dek, artık alafranga züppe tipi toplum içinde temsil edilebilecek denli varlık göstermiş olmalı ki Ahmet Mithat Efendi böyle bir tipi konu edinebilsin.
     Girdiği savaşların etkisiyle 1854’ten 1875’e kadar devamlı surette dış borç alan ve  alınan parayı da üretime değil tüketime harcayan, bu maddi değişimin paralelinde Tanzimat ve Islahat gibi bir makas değişimiyle devletin bekâsı paradigması esaslı Batı’ya öykünen bir zihniyetin yerleştiği Osmanlı, bu maddi ve manevi dönüşümü havi kendi züppe modelini, devletin merkezinde yani İstanbul’da doğurur. Birer mirasyedi olan bu züppeler, üretim değil tüketimle iştigal ederler ve bir şekilde elde ettikleri devlet memurluklarında pinekleyerek vakit geçirirler. Batılılaşma anlayışları da devletin bir metod olarak tepeden inme ve zoraki halka yansıttığı taklitçi tedbirlere benzer şekilde konuşma, giyinme, davranış vs ile sınırlı kalır. Bahsi geçen romanda iki boyutuyla tarif edilen bu alafranga züppeyi temsil eden, filozof Platon’a telmihle ismi Felâtun olan bir İstanbul Beyefendisi’dir.
     Felâtun Bey’in babası, Üsküdar’daki bağ ve bahçesini satıp Beyoğlu’nda bir alafranga ev yaptırır, Rum ve Ermeni hizmetliler tutar, oğlu ve kızının eğitimini onları okula yazdırmak ve eve bir Fransız muallim almakla yeterli görür. Böyle bir menşeden gelen Felâtun Bey’e; memuriyette tembellik yapan, kıyafet modası sebebiyle müsriflik eden, lüks eğlence mekanlarından çıkmayan, kitapları sadece gösteriş uğruna kütüphanesine dizen ve ahmaklığından mütevellit devamlı mahcup kalan komik bir çehre çizilir. Bu tiplemeye mukabil, alafranga taklitçiliğin düşürdüğü absürt hallerden kurtarıcı ve dahası devletin de devamını sağlayacak olan tutarlı ve ideal tip ise Efendi lakabıyla gelenekteki saygın konuma atıfla vücut bulan Râkım’dır.
     Râkım Efendi, Felâtun Bey’in akranı bir gençtir ve aynı onun gibi İstanbulludur. Fakat biraz daha mütevazı bir bölge olan Tophane-Salıpazarı’nda ikamet eder. Kendisi henüz küçükken vefat eden babası, memur olduğu için ona ancak küçük bir ev bırakabilmiştir. Terbiyesiyle annesi ve dadısı ilgilenir. Evin geçimini temin için el işi yapan anne ve ev işi yapan dadının kıt kanaat idaresiyle nihayet Râkım büyür ve bir memuriyete sahip olur, fakat bununla yetinmez. “Herif iş makinesi!”dir.[2]İsminin manası gibi hem yazarlık yapar; hem özel Türkçe hocalığından, hem de tercümanlıktan para kazanır. Tüm bu çalışkanlığı nispetinde de yazar onu ödülsüz bırakmaz; herkes tarafından takdir ve kabul görür, sevilir, çevresindeki bütün kadınlar ona hayrandır, bol kazanır, idareli harcayıp artırır. Osmanlı-İslam uygarlığının manevi unsurlarına da bağlılık gösteren Râkım Efendi, roman sonunda Felâtun Bey’in yıkılışının aksine bir evlat sahibi de olarak devamı istenen nesle atıfla sembolik anlamda yüceltilir.
     Buraya kadarki anlatımla, Râkım Efendi’nin yanına konuşlanmakta bir sakınca görülmeyebilir. Zira kendisi züppe tipinin karşısına dikilerek numune bir Osmanlı Efendisi olarak tasvir edilir. Fakat biraz daha dikkatli bakıldığında Râkım Efendi’nin, züppe değilse bile muhafazakar züppe tipinin ilk nüvesi olduğu pekâlâ söylenebilir.Roman boyunca yüceltilen Râkım Efendi bütün başarısını sadece çalışkanlığına değil, fırsatları menfaatleri doğrultusunda değerlendirmedeki kurnazlığına da borçludur. A.Hamdi Tanpınar, Râkım’ın durumunu “opportuniste” [fırsatçı] ahlakının ve ruhî muvazenesinin hakkı olan başarılar dört tarafından yağar.”[3]şeklinde özetler.
     Râkım Efendi sosyal ilişkiler ve bireysel yaşamında “aşırı” Batılılaşmaz, yeri geldiğinde Batı kültürüne ait donanımını ortaya koyar yeri geldiğinde ise Doğu ananelerini devam ettirir. Bu adaptasyon, bizzat yazar Ahmet Mithat Efendi tarafından “bukalemun gibi her mevkiye uyumlu bir talih” tasviriyle anlatılır. (S, 58) Aynı Felâtun Bey gibi İngiliz ailelerden oluşan Beyoğlu merkezli yakın çevresi ile sosyal ilişkilerini geliştiren Râkım Efendi, bu ailelerin kızlarını Türkçe ve Acemce şiir okumak hevesine düşürecek denli kendini sevdirmiştir. Onlarla hoşça vakit geçirmekten fazlaca haz alsa da bu hazzı “hissî ve vicdanî” sıfatlarıyla örterek aile güvenini sarsacak bir harekette bulunmamak kaydıyla kendi statüsünü muhafaza eder. Felâtun ise dizginleyemediği maddi hazlarına mebni, sehven bir dizi komediye düşer ve ahlaksız damgası yer. Nihayetinde de bu çevrelerce dışlanmaya başlanır.
     Kitapta yine karşılığında Râkım’ın ödüllendirildiği bir diğer fırsatçı sahne Tiyatro’da yaşanır. Sadece giriş biletini ödeyerek girdiği tiyatroda locaları tahkik eden Râkım, ne kadar tanıdık nüfuzlu aile varsa onlara selam ederek kendisi için en münasip yeri ayarlar, izzet ve ikram görür. Felâtun da tahmin üzere münasebetsiz insanların kahkaha ve kihkihlerine kapılarak sınırı aşar, okuyucu gözündeki kredisini tüketerek alfranga züppe tipinin olumsuz intibasını git gide artırır.
     Ve son örnek olarak Râkım Efendi’nin ahlaki kabülünü sorgulatan daha dikkat çekici bir meseleye değinmek icap ediyor. Hem Felâtun Bey’in hem de Râkım Efendi’nin birer Fransız metresi vardır. Tabi burada halen Osmanlı’nın ulus devleti olmayışı hasebiyle, yabancı unsurların anlatıya dahil edilme şekillerinin, mevcudiyeti sarsılan bir devletten gelme yazarın bilinçaltıyla irtibatlı olması olağan. Genelde kadın üzerinden bir iktidar iddiası suni güç sağlarken, özelde ise Osmanlı değerlerini muhafaza eden Râkım’a hayran olan “madam”lar, “miss”ler ve “mistrees”ler ile adeta, milli takım adına zafer atmosferi oluşturulur. 
     Fakat burada asıl sorun, iki gencin metres edinme hadisesine karşı geliştirilen tavırdır. Felâtun alafranga züppeliğinin sonucu olarak aktris metresine hesapsızca harcar [beklenildiği üzere]. Onun bu halini görüp üzülen Râkım ise kendisine pek çok öğütler verir. Fakat Felâtun harcadığından fazlasını kazandığını söyleyince, Râkım “Bak öyleyse söyleyecek söz bulamam. Bu yaşayış kazançla ise âlâdır kardeşim. Bir adam kazandığı kadar yaşayabilir.” cevabıyla hayat felsefesini ifşa eder. (S, 101) Râkım için mesele ahlak değil, kazançtır. İstikbale zarar vermeyecekse ve hususen de mahremiyet korunacaksa gayr-i meşru ilişkiler tolere edilebilir. Zira kendisi bunu ortalığa saçıp dökmeden pekâlâ beceriyordur. Ona hayran madamlardan birisi, üstelik karşılıksız surette kendisine metreslik ettiği gibi Râkım’ın evindeki cariyesine dahi ücretsiz piyano ve Fransızca öğretir. Bu noktainazarla yazar her türlü ödüllendirdiği Râkım hakkında şu tespiti yapmadan geçmez: “Vay! Öyle ise bizim Râkım Efendi, Felâtun Bey’in dediği gibi saman altından su yürüten idi!” (S, 59)
     İki numune ahlak ortaya koyarak idealize edilen Râkım Efendi’ye yönlendirilen muhatap, onunla özdeşim kurdutularak Râkım gibi davranırsan onun nail olduğu mevki, para, mutlu aile, sosyal kabül gibi hayat ödüllerine de sahip olursun mesajıyla işlenir. Fakat uzaklaştırılan alafranga züppe tipinden, belki daha sinsi bir surette tehlikeli olan Râkım Efendi, Tanpınar’ın deyimiyle “kitaba uydurulmuş bir ahlaktır”[4]
     Elbette vaziyetin bu noktaya gelişi tesadüfi değildir. Asırlar boyunca kendi taşrasının merkezi olan Osmanlı “19. yüzyılla birlikte modern emperyal sistemin oluşturduğu merkezin taşrasına dönüşmüştür” ve bu sarsıntıyı atlatmanın yolunu “devleti modern bir imparatorluk olarak yeniden düzenlemekte” bulmuştur.[5]Dolayısıyla roman, bu modern yeni devlet düzeninin devamı için lazım olan modern bireylerin yetişmesine çare olarak Râkım Efendi tipini telkin eder.
     Tüm iyi niyete rağmen, yukarıda izah edilen ahlaki çelişkilerin Râkım’da teşekkülü esasında sürpriz sayılmaz. Çünkü eser Batılılaşmayı değil, yanlış Batılılaşmayı eleştirir. Esere göre, doğru Batılılaşma Râkım’ın formülasyonunda gizlidir. Mevzu, kendi coğrafyasında neşet etmeyen bir fikre, ihtiyaca, dinamiğe adapteyle çıkan hareketlerin, doğru ya da yanlış halleriyle barındırdığı özsel bir çelişkidir aslında. Dolayısıyla gelenek ve modern kurumlar arasındaki “doğru” uzlaşma serüveninin birey ölçeğinde yarattığı çelişki, Râkım Efendi gibi muhafazakar züppe tipinin kurulumuna sebep olmuştur. Bu muhafazakar züppe tipi, ölünün ardından hem alafranga tarzı siyahlar içinde yas tutulmasında hem de Cuma günleri Kur’an okutulmasında bir beis görmez. (S, 93) İngiliz arpa suyuna bayılır ama müptela olmaktan uzak durur. (S, 57) Çapkınlık hayatını “bir nevi tesviye-i ihtiyaç” sayar, fakat iş evliliğe gelince domestik bir Müslüman kadın seçer. “Ben nasılsa bir türlü alafrangaya kendimi sırnaştıramadım.” der, fakat geleneksel birkaç motif dışında Felâtun’dan pek de fark etmeyen bir çevreyle yaşar. Eserde bu özellikleri ve oluşumu itibarıyla müspet gösterilen Râkım’ın oluşturduğu asıl tehlike; bu tipin kendisine yerleşen temel algı bozukluğunun gün geçtikçe kökleşmesi ve çarpıklaşmasıyla, züppe ifadesini bile lüzumsuz kılan bir muhafazakar tipine evrilmesidir.
     Sonuç itibarıyla Felâtun’a galebe çalan olumlu özelliği müthiş bir hırsla çalışmak olup, özünde taşıdığı iddia olunan değerleri alt eden ahlaki yaklaşımıyla mevcut Râkım ile karşısına konulan taklitçi alafranga züppe tipi kıyaslandığında Tanpınar gibi sormak gerekiyor: “Fakat acaba hangisi hakikaten ahlaklıdır?” Bu soruya isim yerine bir ünlemle cevap vermeyi tercih ederim: Ah, nerede o eski İstanbul züppeleri!


[1]Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İstanbul, İletişim Yayınları, 2016, s. 48.
[2]Ahmed Midhat Efendi, Felâtun Bey ile Râkım Efendi, Ankara, Akçağ Yayınları, 2014, s. 23.Bu yazıda Felâtun Bey ile Râkım Efendikitabından yapılacak alıntılar, metinde parantez içinde sayfa numarası verilerek gösterilecektir.

[3]Ahmet Hamdi Tanpınar, On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, Dergah Yayınları, 2016, s. 450.
[4]Age, s. 450.
[5]Fatih Altuğ, “19. yüzyıl Osmanlı Edebiyatında İmparatorluk, Medeniyet, Yerlilik, Yaban(cı)lık ve Din”, Tanzimat ve Edebiyat, İstanbul, Türkiye İş Bankası, 2014, (67-114).

11 Mayıs 2019 Cumartesi

Özün Özü [Lübbü'l Lübb]

Bu eser, Özün Özü-Lübbü’l Lübb, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin Fütûhât-ı Mekkiyye isimli eserinden seçilen bir bölümün İsmail Hakkı Bursevî tarafından tercüme ve şerhidir. Osmanlı tasavvuf düşüncesinin önemli isimlerinden biri olan ve velut yazar kişiliği ile naklî ilimler alanında oldukça kapsamlı bir külliyat bırakan mutasavvıf ve âlim İsmail Hakkı Bursevî, İbnü’l Arabî’ye ait bu eserin içinden seçtiği alıntılara faydalı bilgiler, soru ve cevaplar, konuyu anlaşılır kılan misaller ekleyerek yaklaşık kırk sayfadan oluşan bu risâleyi vücûda getirmiştir.
  
Lübbü’l Lübb, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin tasavvuf sisteminin özü mahiyetindeki alıntılarla örüldüğü için Özün Özü olarak isimlendirilmiştir. Zira tasavvuf ile alâkadar olanların âşinâ olması gereken temel kavram ve fikirler burada özetlenmiştir. Kendi hakikatine ârif olmak meselesi, insan-ı kâmilin tanrıtasavvuru, kişinin kendisi ve Rabbi hakkındaki hakîkat bilgisine ulaşabilmesi için vâkıf olması gereken yedi tavrın, beş ilâhî mertebenin ve üç seferin izahı, vahdet-i vücud anlayışının temeli bu risâlenin muhtevasını oluşturmaktadır.
İsmail Hakkı Bursevî Lübbü’l Lübb’ün takdiminde yazma sebebini, Arapça eserlerden anlam çıkarmaya gücü yetmeyen ihvan için gizli bir hazine değerinde olan bu eserin Türkçeye tercümeyle açığa çıkarılması olarak açıklar. Bu risâlenin pek çok sayıda yazma nüshasının bulunması, eserin çokça sevildiğini ve okunduğunu gösterir. Zira mütercimin de işaret ettiği üzere tasavvufî meselelerin özünün anlaşılır bir şekilde sunulması, eserin yaygınlaşmasında etkili olmuştur.