27 Mart 2016 Pazar

Kendi kurduğum bir bağlamda, Plato ve Aristoteles'in edebiyat üzerine düşüncelerini içeren bir tartışma :)

13.11.2015
Hicret  OSTA
TKL 301| Response Paper

BİR KAMU DAVASI

     Sanığın kimlik tespitinin ardından savcılık iddianamesi, sanığın yüzüne okunur.

Falan Devlet’in Savcısı, Plato:
__ Sanık E…, gerçeklik olarak varsaydığı fakat kopyanın kopyası olmaktan öteye gidemeyen şeyleri anlattığı birtakım kelime oyunları ile topluma kötü örnek olabilecek karakterleri taklit ve temsil ederek, insanların dengelenmesi gereken duygularını harekete geçirmek suretiyle, genelde toplum özelde ise gençler üzerinde fena etkiler bırakmakta, tümüyle toplumun ahlakına mugayir duygu ve düşüncelere sebep olmaktadır. Gerçekliği yansıtma iddiasıyla akıldan çok vehimle hareket eden sanık E…’nin, söylediği yalanlar ile toplumu kandırması, sunduğu kötü karakterler ile ahlaksızlığı meşrulaştırması ve duyguları canlandırılıp akıldan uzaklaştırılan insanlar ile ideal topluma ulaşma hedefine zarar vermesi neticesinde cezalandırılmasına karar verilmesi kamu adına iddia olunur.

Hakime:
__  Sanık E…, az evvel dinlediğiniz iddianamedeki suçlamaları kabul ediyor musuz?

Uzun bir sessizliğin ardından Hakime, susma hakkını muhafaza eden sanık için devletin atadığı Kamu Avukatı Aristoteles’e döner:

__ Sanık E…’nin avukatı Sayın Aristoteles, sanık hakkındaki suçlamaları kabul ediyor musunuz?

Kamu Avukatı Aristoteles:
__ Sayın Hakime Hanım, müvekkilim hakkındaki tüm suçlamaları reddediyorum. Öncelikle iddianamede yer alan, müvekkilimin gerçekliği yansıtma iddiasıyla yalan söylediği ve toplumu gerçeklik adı altında vehimlere inandırdığı iddiası kesinlikle doğru değildir. İlk olarak dikkat çekmek istediğim husus, müvekkilim bir tarihçi değildir. Bu nedenle gerçekte olup biteni aktarma gibi bir ödevi de bulunmamaktadır. Bir tarihçinin aksine, müvekkilim gerçekte olan bitenden daha çok olasılık veya sebep-sonuç ilişkisi içinde olmasından kaçınılamayacak ihtimalleri dile getirmektedir.

Savcı:
__ Fakat Hakime Hanım, siz de bilirsiniz ki bizi her an yanıltabilecek olan duyularımızın algıladığı bir nesneler dünyasının içerisindeyiz. Bu nedenle gerçeklik, yalnızca değişmeyen idealar dünyasında aranabilir ve ancak zihinle kavranabilir. Sanığın söylediği ve yaptığı her şey olmuş, ya da Avukat Aristoteles’in itiraz ettiği gibi olması muhtemel şeyler dahi olsa, bu dünyaya ait olan nesnelerin yansıması olduğundan, gerçeklikten uzak kalacaktır ve yanılsamadan öteye gidemeyecektir. Dolayısıyla sanığın yalan söyleyip toplumu aldattığı iddiası, bizce hala geçerliliğini korumaktadır.

Kamu Avukatı:
__ Sayın Hakime Hanım, Savcı’nın bahsettiği idealar dünyası, nesneler dünyasından ayrı bir yerde değil, tam da nesneye içkin bir şekilde bulunmaktadır. Diğer bir adıyla form dediğimiz idea, maddeyle iç içe bulunmaktadır. Formsuz bir madde olamayacağına göre her nesne ideasıyla birlikte varlığına kavuşmaktadır. Bu halde müvekkilim, olasılıklardan bahsederken gönderme yaptığı her şey ideasıyla birlikte vardır ki bu da yansıttığı nesnelerin gerçeklikten kopuk olmadığının en büyük kanıtıdır. Dolayısıyla iddia makamının buyurduğu gibi, “gerçek olmayan nesneler dünyasını yansıtmak suretiyle toplumu aldatma” gibi bir amaç müvekkilim tarafından asla güdülmemektedir.

Hakime:
__ Bize sunulan iddianamedeki bir diğer suç durumu, müvekkilinizin sunduğu kötü karakterler ile toplumun ahlakını olumsuz etkilediği ve dahi insanların duygularını harekete geçirerek mantıktan uzaklaştırdığı, tüm bunların sonucunda ise toplumun düzenine ket vurması ve toplumu yanlış bir şekilde kanalize ederek devlete zarar vermesidir. Aksini söyleyebilir misiniz?

Kamu Avukatı:
__ Öncelikle Hakime Hanım, müvekkilimin insanların duygularına hitap ettiğini ve onları canlandırdığı iddiasını kabul ediyorum. Fakat bu, Savcı Plato’nun söylediği gibi insanları mantıksal düşünceden uzaklaştırmak adına yapılan bir iş, hele ki neticesinde toplum düzenine kast etme gibi bir düşünce için asla değildir. Bilakis, duygular aracılığıyla toplum düzeninin çok daha sağlam hale getirilmesi amaçlanmaktadır. Şöyle izah edebilirim; müvekkilim insanlara acıma ve korku hislerini yaşatarak, bu duyguların boşalımını sağlar. Böylece insanları sağaltan, duygulardan arındıran müvekkilim, onları ruhsal açıdan çok daha sakin ve dengeli hale getirerek, toplum-devlet birlikteliğine olumlu manada katkıda bulunmaktadır.

Savcı:
__ Müsadenizle bir hususu belirtmek isterim, Avukat’ın sunduğu bu itiraz kabul edilse dahi, kötü karakterlerin toplum üzerindeki olumsuz etkisi yadsınamaz. Bu minvalde sanığın sansür yoluyla cezalandırılmasını talep ediyorum.

Kamu Avukatı:
__ Doğrusu biz kötü yerine kusurlu karakterler demeyi daha uygun buluyoruz. Az evvel belirttiğim üzere, müvekkilim insanların duygularını harekete geçirmek suretiyle onların kontrollü hale gelmesini sağlamaktadır. Fakat yaşatılması arzulanan duyguların karşı tarafa etki edebilmesi için, müvekkilimin insanların özdeşim kurabileceği karakterler yaratması gayet olağandır. Yoksa hedeflenen duygular havada kalacaktır. Öncelikle seçilen karakterlerin özde iyi olduklarına, fakat gerek sebep-sonuç ilişkisi içinde kaçınamadıkları hataları gerekse muhtemel kusurları sebebiyle, insan ve hayat gerçekliğine daha çok yaklaştıklarına şahit oluyoruz. Her anlamda mükemmel bir karakterin seçilmesi, müvekkilimle temas halinde olan insanların bahsedilen karakterlerle özdeşim kurmalarına engel olur, çünkü mükemmel insan hatasız ve günahsız şekliyle yaşamına devam eder normal bir insanın aksine. Hataları, kusurları nedeniyle acı ve korku yaşayan ya da yaşatan karakter ise muhatabı olan insanların kendisiyle özdeşim kurabilmesi sayesinde kendi yaşadığı duyguları aktarma fırsatı bulmuş olur ki müvekkilim daha önce de söylediğim gibi muhataplarını böylece arındırarak, toplum yararına bir iş yapmış olmaktadır. Sayın Hakime Hanım, savunmam bu noktada sona ermiştir.

Hakime:
__ Karar verilmiştir! Hükmün ilanı için herkesi ayağa davet ediyorum.


     Duruşmadaki herkes teker teker ayağa kalkarken, sanık sandalyesinden üzerinde EDEBİYAT yazan bir kağıt parçası yere düştü yalnızca…

2 Mart 2016 Çarşamba

"Üvercinka" ne söylüyor?


18.11.2015
TKL 309  - Hicret  Osta




İSTASYONU BULAMAYAN BİR ADAM

     Düz yazı türlerine nazaran kurgusal metinde var olan anlatıcı sesin, eser sahibiyle çok daha özdeşleştiği alandır şiir. Bununla birlikte, “falan şiirinde filan şair bunu demek istiyor” ifadesi de oldukça keskindir ve şair hep sanki o manayı oradaki haliyle söylüyormuş hissiyatı uyandırır. Bunun yerine, şiir öznesi ya da o şiirin yazıldığı andaki şair bunu demiş olabilir şeklinde şiirleri tefsir etmek, çok daha yerinde olacaktır. Burdan yola çıkarsak, ’54 yılının Cemal Süreya’sı “Gül” şiirinde “Ben bazan isyasyonu bulamayan bir adamım”1 diye tarif eder kendini. Peki o dönem, şair ya da şiir öznesi neyi bulamamaktadır?

     Bulamama ya da bulma hali aramakla doğrudan ilintilidir. Öncelikle şair, bir arayış içindedir ki konumuz şiir olduğuna göre bu arayışın şiirsel nitelikte olduğu su götürmez bir meseledir. Bulamama duygusunun verdiği arada kalmışlık, karamsarlık, kargaşa, yeni yollar deneme refleksi, yalnızlaşma, yabancılaşma ve tüm bunları sırtında taşımak suretiyle modern şiirde bireyin trajedisini merkeze alan bakış açısı, Cemal Süreya’nın ’53-’58 yılları arasında yazdığı şiirlerinden oluşan ilk kitabı Üvercinka’da kendini göstermektedir. Fakat bahsettiğimiz tematik unsurların kendilerini gösterme biçimi ağırlıklı olarak dil üzerinden olmuştur. Üstelik bulunamayan şeyin “istasyon” oluşu, bize ulaşılmak istenen yere giden vasıtaların da arandığını söylemektedir. Süreya’nın bu kitapta, şiir istasyonuna varmak için hangi dil vasıtalarına uğradığını izlemeye çalışacağız.

    Dili farklı açılardan esneten, zorlayan, yoklayan, kıran ve toparlayan Cemal Süreya’nın şiirlerinde ilk dikkat çeken durum, daha önce kullanılmayan yeni kelimelerin ya da kelime gruplarının türetilmesidir. “Türkü” şiirinde ikilemeler halinde kullanılan “kahin-klin kahin-klin” ve “gülüm-mera gülüm-mera” (s.24), “Bun” şiirinde geçen “meryemsiyorum” ve “gözistan” (s.37), “Üvercinka” şiirinin kendi ismi bu türden  kelimelere örnek olabilir (s.38). Üstelik kitaba ismini veren “Üvercinka” şiirinin başta kendi başlığının türetilmiş ve daha evvelden duymaya alışkın olunmayan bir kelime olması, bu kitabın okuru bir dil kapalılığına, dil dönüşümüne ve değişimine taşıyacağının da ilk işaretidir.

     Asıl şiire ulaşmak maksadıyla şairin uğradığı bir diğer dil vasıtası, cümlenin sentaksını bozmak ve böylece kelimelerin arasında bulunan bağı her açıdan zayıflatmaktır. Bunun örneklerini Üvercinka’da bolca görmek mümkün. “Aşk” şiirinde “Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların” mısrası (s.17), “İngiliz” şiirinde “İngilizde bol gelirli bir bay şarkı söylüyor"  mısrası (s.20), “Elma” şiirinde “Yüreğimin ortasına kadar elma yiyorsun” mısrası (s.25), “Şu Da Var” şiirinde “Bir de var sen koynumda yatıyorsun” mısrası (s.29) ve “Süveyş” şiirinde “Gibi bir Erzurumlu yanından geçen minarelerin" mısrası (s.30) verilebilecek ilk örneklerden. Dilbilgisi açısından birer bozulma taşıyan bu cümleler, görüldüğü üzere anlamsal açıdan da farklı bir dünyaya işaret etmekte, artık kullandığımız günlük dilden hayli uzaklaşmış olup okurun şiir ile arasının açılmasına ve dile yaklaşımında eski rahatlığını kaybetmesine neden olmuştur.

     Sözcüklerin sessel açıdan harf düşmesi ya da eklenmesi suretiyle, dilin oynanmasından, farklılaştırılmasından payını aldığını görüyoruz. Bunlar, “Önceleyin” şiirinde olduğu gibi “Ben masanın üstüne kodum kuralları” mısrasındaki ‘ko’makta (s.13), “İngiliz” şiirindeki “Meryem’in diyorsam, Kolay Meryem’in, usullacık Meryem’in” mısrasındaki ‘usullacık’ta (s.20), “Aşk” şiirinde “Yoktu dünlerde evelsi günlerdeki yoksulluğumuz” mısrasındaki ‘evelsi’ kelimesinde (s.17),  “Cıgarayı Attım Denize” şiirinde ‘cıgara’da (s.21) olduğu gibi şair, yöre ağızlarına gönderme yapmakta ve bu kelimeler vasıtasıyla yeni çağrışımlara fırsat tanımaktadır.

     Yazımsal değişimler de yine Süreya’nın arayışı içinde olduğu şiire yaklaştırıcı bir unsur olarak dilin değiştirilmesine ve farklılaştırılmasına katkıda bulunur. İlk olarak bir mısra içinde iki ayrı cümlenin noktayla ayrılarak verilmesini örnek olarak gösterebiliriz. “Aşk” şiirindeki ilk iki mısra, ayrı ayrı ikişer cümleden oluşmaktadır:

“Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git. / Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.” (s.17).

Bu noktayla ilgili bi diğer örneği ise “Afrika” şiirinde görebiliriz. ‘Elalem’ bileşik kelimesi, şiir içinde sanki ayrıymışçasına bölünerek kullanılır: “El bilir alem bilir” (s.34).

     Yukarıda bahsetmeye çalıştığımız gözle görülür dilsel değişimlerin yanında Cemal Süreya’nın ortak hafızada belli imgeleri çağrıştıran kelimeleri, anlamsal olarak da dönüştürdüğüne şahit oluyoruz bu kitapta. Geleneksel birikimde sevgiliyi ve bununla birlikte onun ulaşılamayan, görülemeyen biricik yüzünü temsil eden gül, artık Cemal Süreya’da çok farklı bağlamlarda inşa edilir:

“Yanaklarında çıban izi taşıyan kadınlar / Gül Kurusu” (s.33).

     Görüldüğü gibi eskiden mükemmel güzelliği sebebiyle tahayyül bile edilemeyen sevgiliyi anlatan gül, artık kadınların yanaklarındaki çıban iziyle çok rahat ilintilendirilebilmektedir. Yine ‘gül’ ile ilgili çarpıcı bir örnek, “Gül” şiirinde geçer:

“Gülü alıyorum yüzüme sürüyorum / Her nasılsa sokağa düşmüş” (s.12).

     Burada da görüldüğü üzere, sokağa düşebilecek kadar sıradan bir çiçek olarak artık karşımıza çıkabilmektedir ‘gül’, geleneksel ve alışılmış kullanımının aksine. Bu noktayla bağlantılı bir diğer kullanımı “Üvercinka” şiirinde buluyoruz:

“Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde / Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor” (s.38).

     Bu mısralar, Divan Edebiyatı’ndaki sevgilinin saçlarına asılı kalan aşıkların gönüllerini anımsatmakta adeta. Gönlün kalbe çevrilmesi ve iple özdeşleştirilen saçın canlı bir varlık gibi tasviri, yine gelenekten gelen imgenin yeni şiir tarafından ‘gül’ örneğindeki kadar keskin olmasa da değiştirildiğinin göstergesidir.

     Kelimelerin sağladığı anlamsal değişim, yalnızca yukarıda anlatıldığı gibi kelimenin geçmiş getirilerini dönüştürmek olarak değil, birbiriyle ilgisiz gibi görünen ama yan yana getirildiğinde şiire yepyeni bir söyleyiş tarzı, çağrışım zinciri, şiirin derinliğini ve aynı zamanda kapalılığını artıran yeni imgesel örüntüler kuran kelime gruplarıyla da yapılmaktadır. “Dalga” şiirinde “Bulutu kestiler bulut üç parça”  (s.18), “İngiliz” şiirinde “Gözleri yüzünün tenha bir köşesine çekilmiş” (s.20), “Üçgenler” şiirinde “Kendi kendine yetmeyen zavallı bir üçgen” (s.22), “Elma” şiirinde “ Bir yandan yoldan insanlar geçiyor çoğul olarak” (s.25), “Hamza” şiirinde “Gökyüzünü katlayıp bir köşeye koymuştuk” (s.27) gibi pek çok Cemal Süreya mısrası, normalde birlikte kullanmayacağımız kelime birliktelikleriyle yeni bir şiir dünyası kurmaktadır.

     Sonuç olarak, “şiir”e kavuşmak için aradığı istasyona varmak yolunda dil vasıtalarına müracaat eden bir Cemal Süreya ile karşılaşırız Üvercinka kitabında. Bu vasıta, kâh cümlelelerin dilbilgisine mugayir bir biçime sokulması, kâh alışılmış bir imgenin altının oyulması, bazen de yepyeni kelimeler türetilmesi şeklindedir. Fakat ‘varış’tan ziyade bir ‘arayış’ işi olan şiir, asıl olarak bulunamazlığı ile kendini var etmekte ve bu gerginlik üzerinden beslenmektedir. Buna karşın iyimserliğini koruyan şair “Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek” (s.38) inancıyla bulamadığı istasyonu aramaya devam eder.
______________
1. Cemal Süreya, Sevda sözleri (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014), 12. Bu yazıda Sevda Sözleri kitabından yapılacak alıntılar, metinde parantez içinde sayfa numarası verilerek gösterilecektir.





KAYNAKÇA
Süreya, Cemal. Sevda Sözleri. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014.