9 Aralık 2017 Cumartesi

Haremdeki Barbie



Hicret OSTA | Anadolu Gençlik Dergisi Aralık '17

 

Haremdeki Barbie


“Doğulu olarak ölmek istiyorum ben”

Sezai Karakoç



     Anadolu Gençlik Dergisi Yazı İşleri’nden medya üzerine bir yazıyla katkıda bulunup bulunamayacağım sorulduğunda, bundan epey bir süre önce, sancılı ve bir o kadar da karşılıklı bilgilerimizi mâl etme sürecinden ötürü oldukça keyif aldığım bir lisans dersimin hocasıyla aramda geçen konuşma hatrıma geldi. Kendisi “bu zamana kadar Türkiye’de bulunan başörtülü kadınların ilim maksatlı ‘kamusal alan’da bulunmak isteyebileceklerini düşünmemiştim, onları art niyetlilikle suçlamıştım, ama gerçek hayattan biriyle tanışmam fikrimi değiştirdi, eğitim hakları ellerinden alınan nice kadın adına senden özür diliyorum, her ne kadar eleştirel bir düşünce yapım olsa da bu yanılsamamda medyanın etkisi olmalı” diyerek sözlerini tamamlamıştı. Bahsi geçen dersin saatleri içinde tek bir Türkçe kelimeye dahi tolerans gösterilmeyip İngilizce materyaller üzerinden okuma, yazma ve konuşma hedeflenmesinin yanı sıra, hocanın metinlerde seçici davranarak dünya edebiyatından madunun sesi olabilecek eserleri okuma paketine seçmesi, dersin maksadını olumlu manada kesinlikle aşıyordu. Hocanın da bahsettiği gibi kritik düşünmeye meyilli olması, edebi metinler üzerinden hakim güç ve söylemin altını oyma ameliyesini bizlere gösteriyordu.

     Yaşamlarındaki hüznün dışa aktarımı ve özgürlük özleminin sembolik dili olarak caz müziğinin formlarını belirleyen siyahilerden mitolojilerde trajediye kurban edilen karakterlere, dünya üzerindeki ihmal edilen çocuklardan feodal zihnin sınıfsal zulmüne maruz kalan insanlara değin literatürde dezavantajlı olarak nitelendirilen her grup varlık, edebi eserler bağlamında derslerimize misafir oluyordu derken yine dünya üzerinde “dezavantajlı” bir grup sayılan kadın’a mevzu gelince işler çetrefilleşmişti. İlk olarak günümüz dünyasında, özellikle Batı basınında sübliminal olarak kadını aşağılayan, objeye indirgeyen ve dahası hayvanileştiren mesajlar içerikli pek çok görseli eleştirmiştik ki bunlardan sonuncusu vahimdi. Yanlış hatırlamıyorsam bir İtalyan gündüz kuşağı programında yarışmayı kazanan genç bir kadın, kasaphanedeki hayvanlar gibi çengellenip yukarı kaldırılarak numaralandırılıyordu. Bu tablodan sonra sınıf buz kesmiş, hiçbirimiz yorum dahi yapmadan insanlık adına utanarak dersi sonlandırmıştık. 

     Kadın bağlamında okuduğumuz pek çok metnin içinde bir tanesi vardı ki beni dersin işlendiği tarihten de çok öncesine götürmüştü. Fas’lı akademisyen ve yazar Fatema Mernissi’nin 2001’de yayımladığı Scheherazade Goes West isimli kitabı, “harem” mefhumu üzerinden Doğu-Batı karşılaştırması yaparak iki toplumda da yerleşik olan kadın algısını anlamlandırmaya çalışıyor ve Doğu’ya karşı kullanılan şarkiyatçılık silahını, 1001 Gece Masalları’ndaki Şehrazat karakteri aracılığıyla deşifre ediyordu. Fakat tuhaf olan seneler evvel kitabın ilk çıktığı dönem, masallara merak saldığım ve kitapçıları bu sebeple dolaştığım bir zamanla çakışmıştı ki kapağında duman üfleyen Doğulu şuh bir kadın portresi yer alan ve Haremden Kaçan Şehrazat ismiyle çevrilmiş olan bu kitabın yazarını, Doğu kadınını Batı’ya kaçmaya mecbur eden bir anlayışın çarpıklığıyla suçlamış, buna rağmen Doğu kökenli güzel bir öykü bulabilirim umuduyla yine de kitabı almıştım. Okuyucunca yanıldığımı anlamıştım. Zira Mernissi’nin yapmaya çalıştığı şey, Doğu’da bulunduğu “farz edilen” haremlerin çok daha katı ve “reel”inin Batı’da yüzyıllar boyunca ve hala günümüzde dahi bulunduğunu metinlerarası [ve ötesi] bir okuyuşla ortaya koymaktı kapak resmi ve tercüme başlığının aksine. Eğer ironi yapmıyorsa çevirmenin teğet geçtiği self-oryantalizm tuzağı, ancak bahsi geçen derste metnin orjinal ismini öğrenmekle aşikar hale gelmişti benim için; “Batı’ya Giden Şehrazat”.

     Peki Mernissi, oryantalizmle kurgulanan Doğu haremlerinin aslını nasıl anlatıyor ve Batı’daki haremleri nasıl ifşa ediyordu? Aslında yazar, yazdığı bir başka kitabın tanıtımı için on kadar Batılı ülkeyi ziyaret eder, orada bulunan gazetecilerle röportajlar yapar ve bu esnada “harem” kelimesinin geçtiği cümlelerde Batılı gazetecilerin sıkılgan ya da imalı bir tonla gülümsediklerini fark eder. Doğulu bir kadın olarak harem onun için saray kadınlarının başta eğitim olmak üzere tüm yaşamsal faaliyetlerini sürdürdükleri ve zeka önde olmak üzere yetenek ve güzellikleriyle yarıştıkları rekabet dolu bir mekandır sadece. Bu noktada, harem için olumlu ya da olumsuz bir mana verilemeyecek tarihsel bir olgu olduğundan bahseder Mernissi. Halbuki Batı’da bulunduğu süre içerisinde gezdiği müzelerde, resmedilen haremlerin ve yayımlanan Şehrazat portrelerinin savunmasız, nü, çoğunlukla halinden hoşnut ya da ifadesiz yüzlere sahip kadınlardan oluştuğunu şaşkınlıkla fark eder ve onları, yüzyıllar boyunca Doğulu-müslüman sanatçıların elinden çıkma harem tablolarıyla ve Şirin gibi kadın kahramanları temel alan minyatürlerle kıyaslar. Sonuç olarak ise, Doğu minyatürlerinde Batılıların hayal ettiği gibi konuşma, düşünme ve eylemden aciz, boyun eğmeye hazır, sadece bedenden ibaret “kadın”ın bulunmadığını, kadınların düşünsel ve savaşçı kimlikleriyle resmedildiklerini görür.

     Görsel sanatlar bir yana, Doğu’daki kadim sözlü kültürde anlatılagelen Şehrazat, kendisini öldürmeye meyilli kocası Şehriyar’ı aklı ve bilgisi sayesinde ehlileştirir ve onunla diyaloğa girmeyi başarır. Batı ve Doğu haremlerinin temel farkının kadın algısı olduğu üzerinde duran Mernissi’ye göre müslümanlar, Hucurat Suresi’nde buyurulduğu üzere  “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sâhip çıkmanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Şunu unutmayın ki Allah'ın nazarında en değerli, en üstün olanınız, takvâda en ileri olandır” ayetiyle, İslam’da varoluşsal açıdan insanların denkliği ve ancak müktesebatlarıyla aralarında fark oluşturabileceklerini kabul etmiş dolayısıyla da kadın’ı dikkate alan  bir düşünce sistemi geliştirmişlerdir. Batı inanç ve felsefesinin ise “ilk günaha sebep olan Havva’dan” bu yana duyguyu temsil eden dolayısıyla da yanıltıcı saydığı alana hapsettiği kadın, 18. yüzyılda ve sonrasında etki alanı büyük olan filozof Kant’ın ilkeleştirdiği “düşünce alanına giren kadın güzelliğini kaybeder” söylemiyle bir kez de “beden” hapsine tıkılır. 1001 Gece Masalları’nı yeniden yorumlayan Batılı yazarların nüshalarında, Şehrazat’ı susmaya ya da ölmeye mahkum eden zorlamayı, Batı’nın bir türlü kabullenemediği düşünen, konuşan ve savaşan kadın imgeleminde arar Mernissi.

   Bu yazı vesilesiyle Mernissi’nin Şehrazat’ını tekrar gözden geçirirken, beyaz perdede beyaz atlı prensi ve kurtarılmayı bekleyen mücadeleden aciz prenseslerin zayıflıktan arınıp birer savaşçı haline gelmesinin henüz ne kadar yeni olduğunu fark ettim. Halbuki Doğu öykülerinde çoğunlukla kadınlar, ya politik savaşların ortasında ya da çözmeleri gereken entrikalar içinde adeta bir avcı gibi zihin oyunlarıyla meşguldürler. Klasik edebiyatımızın kilometre taşlarından biri olan Leyla vü Mecnun efsanesinde tanışılan yerin okul olmasını da unutmamalıyız. Okul, yani iki cinsin de “akıl”larını kullandıkları mekan. Tüm eğlenceli müziğine rağmen duyduğumda rahatsızlık hissettiğim, 90’lı yılların sonunda çıktığı halde hala popülerliğini koruyan “Barbie Girls” şarkısı da vermek istediğim örneklerden biri. Asla bir Doğu toplumundan çıkmayacak olan Barbie bebeğin Batı’daki kadın imajının somutlaması olduğunu bir bahs-i diğer  sayıp şarkının sözlerine odaklanırsak rahatsızlığın kaynağı ortaya çıkar. Zira “you can brush my hair, undress me everywhere, make me walk, make me talk, do whatever you please” sözlerinin muhatabı olan “güzel” Barbie robotik gülüşüyle Batılıların gizli hayalindeki düşünceden yoksun, savunmasız ve her an ulaşılabilirliği olan salt bedenî harem kadınlarına ne kadar da çok benzemektedir.

     Kadına muamelesi sebebiyle Doğu toplumlarına “üstadlık” eden Batı’nın zihin evrenindeki Şarklı haremi çözümlemekle yetinmeyen Mernissi, son tahlilde Batı’nın bizzat kendi sahip olduğu haremleri nasıl keşfettiğini açıklar. Akademik seyahatleri esnasında yolu New York’a düşen yazar, kendisine etek almak için bir mağazaya girdiğinde sadece belirlenen kalıplar yani “6 beden” dışında hiçbir eteğin bulunmadığını öğrendiğinde müthiş derecede özgüveni sarsılır ve kendi deyimiyle “vahşice” saldırıldığı hissine kapılır. Çünkü kadın kıyafetlerindeki beden ölçütlerini standartlayan bir zihniyet, kadın’ı objeleştirmiş, kalıp dışına çıkanları o dünyaya ait olmadıklarını hissettirmek suretiyle psikolojik ezilmeye mahkum etmiştir. Beden ölçütlerini ve görünümlerini imleyen moda sektöründen, daha sonra belirlenen ölçütlere ulaşmak için kurulan kozmetik, estetik ve diyet sektörünün kurduğu tahakkümün, Batı dünyasının görünmez haremleri olduğunu keşfeder yazar. Üstelik bu haremlerin kadınları, sadece bedene yönelik faaliyetlerin merkezinde, güzellik anlayışları “çocuksu ve aptal” görünmek olan acınası halin içindedirler. Peki “Batılı” kadın, bu oyuna nasıl gelmektedir? Mernissi’ye göre yukarıda ismi sayılan sektörlerin “sembolik şiddet”i, kadını bedenden öteye düşünemez hale getirir ve Doğu’da sadece “mekan”sallıktan ibaret olan haremi Batı’da zamanı da kapsayan acımasız ve yıkıcı bir psikolojik hapishaneye dönüştürür.

     Tüm bu incelemelerin sonunda derste konu Türkiye’deki kadınlara geldiğinde din temelli uygulanan “baskı” gibi toplumsal dinamikleri henüz çözümlemeye dahi girişmeden kullanılan klişeler, kitabın isminin –bence- içeriğe aykırı olarak tercüme edilişini henüz bu durumdan haberdar olmayıp aynı sığlığa düşen sınıfa bir örnek olarak sunmama ve hiç fark etmeden kendilerine oryantalizm penceresinden bakabileceklerine dair uyarılarıma yol açtı. Ve eğer Türkiye’de görünmez hale getirilmek istenen bir kadın kitlesi varsa bunların önemli bir kısmının İslam’ı pratik hayata dökmeyi tercih eden ve bu konuda kısıtlanan kadınlar olduğunu söylemem, istediğim farkındalığı harekete geçirmiş olmalı ki başta bahsettiğim konuşmaya şahit olmuştum.

     Konuyu daha geniş bir çerçeveye oturtarak sonlandırmak icap ederse, Doğu’yu öteki olarak kurgulayıp kendini var eden Batı, geçmişte olduğu gibi günümüzde de geniş kitle iletişim araçlarıyla açıktan ve gizliden zihninde yarattığı “Doğu”yu dünyaya empoze etmeye devam etmektedir. Fonda kelime-i tevhid bayrağı olan dolgun sakallı müslüman “terörist”ler, tekinsiz insanlara yakıştırılan kaba Arap aksanlı İngilizce’ler ve dansöz kılığıyla mutlu-mesut dans eden savunmasız harem kadınları… Başka bir dersimize gelen profesörün her seferinde geç kalan öğrenciler için “ah bu Doğu’nun tembel, miskin ve bilime zerre önem vermeyen gereksiz insanları, şimdi Batı’da olsa böyle mi olurdu” cümleleriyle içselleştirdiği şarkiyatçılık, bu denli aşikar olmasa da farklı boyutlarda bize sirayet etmiş olamaz mı? Tespit için “kadın” algımızı irdelemek bir adım olabilir mesela.



* Çarşaflı Barbie görselleri, sanatçı Sabine Reyer tarafından 2012’de hazırlanan bir enstalasyona aittir. Sergi bilgi ve görüntüleri https://www.ntv.com.tr/galeri/sanat/ruhr-bienalinde-carsafli-barbie,1g4jp82gX02TABdNLqcCCginternet adresinden alınmıştır.

18 Eylül 2017 Pazartesi

Kurosawa'nın "Düşler"i üzerine...




Hicret OSTA

Anadolu Gençlik Dergisi - Eylül 2017


DÜŞ MÜ KÂBUS MU?

                 “İş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli helak etmek için koşar. Allah ise bozgunculuğu sevmez.” (Bakara - 205)

     İki dünya savaşı ve bir soğuk savaş dönemine tanıklık edip neredeyse her yapıtında güngörmüşlüğünü konuşturan Japon senarist ve yönetmen Akira Kurosawa’nin 1990 yapımı “Dreams” (Düşler) isimli filmi, yaptığı dayanaklı doğa güzellemesi ile modern zamanların sinema başyapıtlarından biridir. İsmine atıfla olaydan olaya, durumdan duruma seyir içinde akan film, bir karakterin merkezinde dönmesi ile de rüyaları bizzat gören karakterin (esasında oldukça öznel bir izlekte yönetmenin) zihin dünyasına izleyiciyi çeker. Fakat asıl dikkat çekici olan büyülü düş atmosferiyle başlayan filmin yer yer kabusa, hatta karabasana evrilen örgüsündeki evrensel hakikat parçalarıdır. Fakat yönetmen yine de insanlık namına umutvar olduğunu, kabustan çok rüyadan yapılma sahnelerin altın vuruşları ile gösterir.

     Birbirinden bağımsız sekiz kısa hikayenin ördüğü film, başkarakterin gördüğü sekiz farklı rüyadan ibaret olmasına karşın ilerleyen her düşte karakterin bir önceki düşe göre yaşça büyümesi, karakterle beraber erginleşen ya da erginleştirilen izleyici için de bir bütünlük oluşturmakta. Üstelik asıl söylemek istediğini son rüyaya saklayan yönetmen için sağlam bir zemin ve hazırlıklı bir zihin kademeli olarak inşa edilir böylece. Kurosawa’nın, filmin her bir köşesine düğümlediği nihai mesaj ise günümüzün ve dahi geleceğimizin kaçınılmaz sonu olan doğanın ve neslin yok ediliş serüvenidir.

     Çocuk masumluğunu anlatan ilk rüyalar, fıtratla da uyumlu olarak doğanın karşısında değil yanında yer alan insan tavrının naif örneğidir. Gökkuşağı ve orman gibi masalsı motiflerle örülen ilk iki rüya bittiğinde akılda kalan “Şeftaliyi para vererek de almak mümkün. Ama şeftali ağaçlarıyla dolu bir bahçeyi almak mümkün mü?” repliği, hala içten içe direnç gösteren ve “iyi” olanı kaybetmeyen insanoğlunun son nidası gibidir.

     Üçüncü rüya ile birlikte çocukluktan yetişkinliğe geçen başkarakterin, rüyasının mahiyeti de yaşı nispetinde değişir. Zira “tipi” ismini alan ve insan zihninin dağdağalı, karmaşık yapısına atıfla bir afet içinde geçen rüya, aynı zamanda artık bulanmaya ve çocuk saflığını kaybetmeye başlayan insanı temsilen “kar sıcak, buz soğuk” cümlesi ile matuf, aynı gerçekliğin başka yüzlerine hakim olma noktasından hareketle tek boyutluluktan çıkan ve erginleşen insanı hikaye eder. Fakat ardından gelen rüyalar saflığın, tekliğin, bütünlüğün yani fıtratın çatallaştığı ölçüde insanın düştüğü felaketler silsilesini, doğa üzerinden anlatmaya devam eder. Tabi ki her seferinde rüyalar, gittikçe ağırlaşan trajik bir kabus kıvamına gelir.

     Hayat ve ölümün tünel metaforu üzerinden anlatıldığı dördüncü rüya, “teknoloji sayesinde” yüzlerini dahi görmeden (hatta tam da yüzler görülmediği için) acımasızca ve yüksek sayıda insan kıyımına sebep olan 20. Yüzyıl savaşları “sizlere kahraman diyorlar ama bir köpek gibi ölüp gittiniz” cümlesiyle ciddi bir şekilde eleştirilir. İşgalci devletlerin tasallutu ve müthiş gelişmiş kitle imha silahlarının zoruyla bir anda hayatları sonlandırılan milyonlarca ölü insanın hala yaşayan sesi artık bastırılamaz ve tüm insanlık adına vicdanlı bir müfreze komutanı aracılığıyla “kurban”lardan içli bir özür diletilir.

     İnsan hırsı karşısında aciz kalan aklıyla sanatın sıcak kucağına rüyada da olsa sığınan başkarakter, Van Gogh’un “güneş beni resim yapmaya zorluyor, sizinle kaybedecek zamanım yok” cümlesiyle bir kez daha insanlığına terk edilmiş halde yapayalnız bırakılır. Kabusun ivmesi artar ve izleyici bir anda kendini büyük bir nükleer patlamanın eşiğinde buluverir. Radyasyonun kaçıp kurtulmaya asla müsaade etmeyen hız ve yakıcılıkta yayılması, enerji üretebilmek için kendi soyunun ve yaşadığı dünyanın sonunu getirmekten çekinmeyen insanlığın artık nihai felaketidir. Son bir hamleyle, kendisi ölmeden önce biraz daha çocukları dünyayı görebilsin diye çırpınan annenin feryadı, gelecek nesiller adına sallantıda olan “insan”a güvenin adeta kökünden devrilmesidir: “Tesisin kendisi güvenli ama insanlar değil. Kaza olmaz, tehlike yok. Bize tek söylenen buydu. Yalancılar!”.

     Radyasyon, nükleer bombalar ve füzelerle birlikte yok edilen dünya, şeytanların bile ağladığı mekanik eşyalar çöplüğünden, ucube bir hurdalıktan, dev karahindibaların ve mutasyona uğramış binbir türlü canlının sardığı korkunç bir çölden, yani insanın en nihayetinde elinde kalacak olan iflah olmaz bir garabetten başka bir yer değildir artık. Şeytanlaşmış bir insanın itirafı ise pek çoğumuza tanıdık gelecek ölümcül bir pişmanlığın son kertede ayyuka çıkmasıdır: “İnsan olduğum vakitler bir çiftçiydim. Fiyat düşmesin diye litrelerce sütü nehre boşalttım, tonlarca patates ve lahanayı toprağa gömdüm. Ne aptallık ama.”

     Yaklaşık otuz yıl öncesi itibariyle neslin ve doğanın nihayetine dair yordaması bu denli korkunç ve maalesef gerçekçi olan Kurosawa, son rüyada (ne Fuji Dağı, ne tünel, ne tipi, ne gökkuşağı) hiçbir eğretileme kullanmadan, adeta bakın kurtuluş reçetesini açık açık yazıyorum feveranıyla, tüm dünyayı kabustan uyandırma ümit ve iştiyakıyla insan kardeşlerine bilgece seslenir: “İnsanlar konfora çok alışmış, konforun daha iyi olduğunu düşünüyorlar, esas güzel olanı fırlatıp atıyorlar. Günümüz insanı doğanın bir parçası olduğunu unutmuş vaziyette, halihazırda hayat kaynakları olan doğayı yok etmeye devam ediyorlar. Her zaman daha iyisini yapabileceklerini sanıyorlar. Özellikle bilim adamları, akıllı olabilirler ancak anlayamadıkları şey; doğanın gücü. İnsanları mutsuz eden şeyleri icat edip duruyorlar. Üstüne icat ettikleriyle böbürlenip duruyorlar, daha da beteri insanların bu icatları bir mucize olarak görmeleri. Tapıyorlar onlar. Farkında değiller ama doğa ellerinden gidiyor, sonlarını hazırladıklarının farkında değiller. İnsanoğlu için en önemli şeyler; temiz hava ve sudur. Bu ikisini üreten ağaç ve bitkiler. Her şey kirletiliyor temizlenmemek üzere. Kirli hava ve kirli su, insanoğlunun ruhunu da kirletiyor.”

8 Ağustos 2017 Salı

an essay on female protagonists of different literary texts.


14.1.2014
Hicret OSTA














The Chrysanthemums and The Penelopiad

          If there is a story from mythology, it cannot be the story of women and men or relationships between them. It is only the story of men, and women are objects in there. However, although Margeret Atwood uses characters and plot from Greek mythology in The Penelopiad, she can deal with the hegemony of men over women through the voice of story-teller which belongs to the first-person. Because the protaganist of The Penelopiad is a woman and she talks to us as the first-person narrator throughout the novel, this point of view generates majority of a woman’s perception of many events. So, readers do not only expose to the perception, experiences, emotions, thoughts as well as acts of a woman, but also they hear all them from a subjective voice. Therefore, it is easy to acknowledge realities of women’s world which consist of the double standards and the hegemony of men. In this sense, Margeret Atwood says that in the beginnig of her book:

I’ve chosen to give the telling of the story to Penelope and to the twelve hanged maids. The maids form a chanting and singing Chorus which focuses on two questions that must pose themselves after any close reading of The Odyssey: what led to the hanging of the maids, and what was Penelope really up to? 
          Similarly, there is a female protaganist which is named Elisa Allen in The Chrysanthemums by John Steinbeck. The character also has deppressed mode and lives with emotional presure. However, we do not hear her voice directly, because the author introduces her from the third person point of view. Readers can recognize Elisa and her borring life thanks to her acts, clothes, the pattern of her behaviour, and dialogues between her and men. “Elisa straightened her back and pulled on the gardening glove again. “Yes. They’ll be strong this coming year.” In her tone and on her face there was a little smugness.” as in this sentence.
          In my opinion, although the themes of two literary texts are similar and a woman is the centre of these stories, the choices of the different narrative technicques have extra meanings. A possible one is that although Steinbeck’s narrator stands close to Elisa, its voice is more objetive than the narrator of Atwood. It voices all things as they are. So, readers can understand the feelings of Elisa impartially. However, Atwood does not leave it to luck and she enables Penolope to talk to readers with her feelings. So, a feminist perspective in The Penelopiad can be felt easily. Because readers identify themselves with Penelope by directly hearing many events from her, they find themselves in Penelope. This provides more partial perspective.          
          In two literary texts, the protagonists have similar life style and no problem seemingly. Although they are married to responsible men who are have a house, a business, wealth, and so on, they feel compressed and have to create a closed world because of the double standards and ambiguities in their lives. Their own worlds which are also similar at least their pains and experiences may be named their “sanctuary” or “hudud”, because the women only let valuable materials (for them) be in there. Of course, these materials differentiates from each other the aspect of appearence, but have the same functions in their lives.
          In this sense, it can be said that the chrysanthemums of Elisa are equal to the maids of Penelope, and they are also the symbolic challenge of the women against the external environment. Elisa just is happy and interested in others when she talks about her flowers. Although she refuses that “the man on the wagon” asks her to “mend pots and sharpen knives and scissors” a few times, she gives a few pots to him after he mentions the chrysanthemums. So, the man values her world and can understand her by talking about the flowers. Identically, Penelope struggles against “suitors” by means of “the maids”.

          In conclusion, because the female protagonists think that the world is wrong with them and cannot exist powerfully, they choose to make some weapons which are the flower ara the maids against the external world and can fight for survival by means of them.

"zelig's own existence is non-existence"


14.1.2014

Hicret OSTA




ZELİG
           In Woody Allen's film, a mockumentary, “Zelig”, Leonard Zelig who can change his thougts, appearence, attitudes, acts, pronunciation as well as religion regarding his social environment is protagonist. The very diffirent situation is the subject of the film and it explained in the beginning of the film:
“His story reflected the nature of our civilization character of our times. Yet it was also one man's story and all the themes of our culture were there heroism, will, things like that but when you look back on it, it was very strange.”

          In this sense, the story of Leonard Zelig is universal and also belongs to all humanity. We can see that important things for people are very conditional and changeable throughout of the film.  If a person is very popular as a hero, she or he would be shaken by the scandals. In my opinion, Leonard Zelig is influenced by the chaotic situation and produces “immediate change in every aspect of his life ” as a psychological and physical defense mechanism. However, that leads Leonard Zelig to feel disorientedly. The conversation between him and his doctor indicates:
Z: How should l know? l'm not a doctor.
D: You're not?
Z: No. Am l? Who are you?
D: What do you mean? These are tough questions.
D: Leonard Zelig?
Z: Who is he?
D: You.
Z: l'm nobody. l'm nothing. I catch me. l'm falling.

          Another strange situation related to Leonard Zelig is that he can be different persons who are utterly opposite each other. While he is a jew, he can immediately a soldier of Hitler or a black or a Hollywood star. These changes are very ironically and also refers to the changeability of the world and people’s perception.

          Well, why does he seem as “the other” who is a hero or a villain instead of a welcomed one? Maybe, it is explained that if he is already a such people, he does not need the change in any social environment. Neither being a hero, nor being a villain is regarded as an advantage by the society. It only pays attention to whether there is any spectacle or not. So, the other always is risky position as Leonard Zelig is.
“Zelig has sold his life story to Hollywood for a large sum of money. When the scandal breaks the studio demands its money back. Zelig can only return half. The rest has been spent. Outraged, the studio gives him half his life back. They keep the best moments.He is left with only his sleeping hours and mealtimes. Zelig is shaken by the scandal, but it is only the beginning.”

          Unlike this situation,  the villain can unexpectedly become a hero and begin to keep in good with the society.
“New York welcomes back Eudora Fletcher and Leonard Zelig, the human chameleon. His remarkable feat of aviation fills the nation with pride and earns him a full presidential pardon. Forgiving multitudes flock to see him as he sits by the side of his plucky bride-to-be. Their journey of triumph leads to City Hall. New York's greatest honor, the Medal of Valor is bestowed on Zelig by Carter Dean. You are a great inspiration to the young of this nation who will one day grow up and be great doctors and great patients.”

          Ironically, the weak and indecisive manner of the society is stated by following sentences in this film:

 And for a time, everyone loved him and then people|stopped loving him. Then he did this stunt with the airplane and then everybody|loved him again. And that was what|the twenties were like.”
         

          In conclusion, because the other one has desadvantages of being different from normal people, he or she cannot adapt to life of them. In other words, it seems that the value of the other is related to the perception of the society, which causes the other to be alienated from the rest of the world.

Maaile, Ocak '17 sayısı

21.01.2017
Hicret OSTA





 “YÜREK” İNSANI  

     Yürekdede ile Padişah, Cahit Zarifoğlu’nun  çocuk kitabı görünümlü fakat özünde yetişkinlere de hitap eden, devlet-halk ilişkisinin inanç düzlemindeki yapısını naif bir üslupla hikaye eden eseridir. Kitap içinde geçen öykünün kabuğunda, Yürek Hasan (yani Yürekdede) ile hanımı Ayşe Nine’nin köyden yaylaya göçleri esnasında yaşadıkları olay dizisini izleriz. Tebdil-i kıyafet yapan padişah ve vezirlerine rast gelen yaşlı çiftimiz, yolculuk esnasında sahip oldukları tek develerini misafirleri için sofrada sunmaktan geri durmazlar. Nihayetinde padişahın takdirini kazanan bu davranış neticesinde, Yürekdede şehre davet edilir ve fakat Yürekdede hikayenin sonunda bir kez daha asıl Padişah’a ulaşmanın şükrü içerisindedir yalnızca. Fakat bu noktaya gelinceye dek hikayenin vurguladığı adil düzen ve devlet reisliği profilinin altındaki sağlam aile yapısının mevcudiyetini görmek, kitabın ana mesajlarından birini teşkil etmektedir.

     Yürekdede ile Ayşe Nine’nin yürekleri ısıtan aile tablosu içinde insanlara örnekledikleri davranışlar, kitabın başı ve sonu arasında hiç kesilmeden birbirini takip eder. Bu sürerliliğin tuğla gibi ördüğü sağlam aile yapısı ise bizzat yönetimde olan devletin de mahiyeti hakkında bilgi verir. Böylece halk içindeki sıradan bir insandan en tepedeki yöneticiye kadar birbirine eklemlenen bir iyilik-güzellik halkası örülür.

     “Köyün sağlam bir insan damarı” olan Yürekdede ile Ayşe Nine’nin geçimlik sırları kitabın ilk başı itibariyle sunulur. Hastalık ve yaşlılık nedeniyle köyden yaylaya geç bir vakitte göç etmek durumunda kalan yaşlı çiftimiz, hareket edecekleri gün hususunda birbirlerinin fikirlerini itina ve dikkatle sorarlar. “İşte ne zaman bir iş tutacak olsalar, tam evli oldukları şu altmış beş yıldır hep böyle konuşur, çoğu zaman da böyle, birbirlerinin gönüllerini hoş tutmak için gayret etmekten, yapacakları işi unuturlarmış.”1 Aile meclisindeki istişareye her daim vurgu yapan eser, ilerleyen safhalarda Yürekdede ile Ayşe Nine’nin bu kalbi rikkatlerinin kaynağını da gösterir:

“İki seccade serdiler.
Biri önde biri bir arşın geride.
Sünnetleri kıldılar iki rekat. Başlarını indirip bir müddet sessiz sessiz durdular.
Sonra Hasan Dede kalktı. Kamet getirdi.
Kalın, erkek, mübarek bir sesle.
O imam oldu, Ayşe Nice cemaat...
Bir namaz kıldılar ki bedenleri de ruhları da biz diyelim arşı alada, siz deyin cennet bahçelerinin güllüklerinde.
Onların yüreklerindeki ritimlerle görebilen olsa, der ki:
__ Dünya bunlardan sorulur, kainat bunlara verilmiş, ol deseler olur, yıkıl deseler yıkılır...(11)”

     Aile içinde her daim cemaat temin edilerek kılınan namaz, hem aile hem devlet bazındaki nizamı ve huzuru hissettirir hikaye boyunca. Zira Rablerinin huzuruna tam bir teslimiyetle ve birlik içinde varan halk, başlarındaki yöneticilerinin niteliğine dair de bilgi sunmaktadır esasında. Ailelerin bile cemaat olmaktan geri durmayan birlik yapısı, halka halka örülen bütün bir toplum yapısının temellerine ve bu topluma sağlanan adil ve anlayışlı bir yönetim kadrosunun varlığına işaret eder.

     Sadece namaz gibi farziyetlerle değil, sünnetlerle de hemhal olup hayatlarını şekillendiren Yürekdede ile Ayşe Nine: “Birlikte oturup bir kaptan çorba içtiler. Tabağın dibini ekmekle sünnetlediler. Sofra bezine dökülmüş ekmek kırıntılarını bir bir bulup besmeleyle ağızlarına koydular. Derken eşyalarını toplamak bir saatlerini bile almadı. Bir kat ince yatak. Küçük bir kıl çadır. Bir iki erzak torbası... Bir ibrik, bir küçücük leğen, birkaç sahan, bir tek kazan, birkaç tas, bir bakraç (13).” Sadelikleriyle adeta Peygamber hayatını anımsatan bu güzel insanlar, sadece dünyalık ihtiyaçları kadarıyla yolculuğa koyulurlar. Hem dünya hayatından göçü de hatırlatan bu yolculuğun hikmetleri, aslında bu yalınlığa haizdir. Dünyayı yüreklerinden çıkaran insanların kurdukları ailelerde şahsi menfaatten ziyade diğerkâmlığın ortaya çıkacağı aşikardır. Yine parça-bütün ilişkisi göz önüne alındığında  fertten aileye, oradan toplum ve devlete değin hem ters hem düz bağlantılar zincirinde dünyanın araçsallaştırıldığı bir sistem ideali kendi varlığını ortaya koyar böylece.

     Yalınlığın getirdiği mütevazılığın devlet ayağındaki temsiliyeti, tebdil-i kıyafet ile dolaşan padişah ve vezirlerinin kendilerini Yürekdede’ye takdimlerinde hissedilir:
“__ Bu yiğitlerin başı başkanı sen misin oğul?
Gülmüş adam.
__Bunların herbiri değerli arkadaşlarımdır. Başkan bilirlerse beni başkanları sayılırım, ama derlerse ki köleleriyim, o zaman da köleleri olurum onların (26).”

     Eserdeki bir etkileyici sahne de Yürekdede’nin misafirlere ikram etmek için deveyi Ayşe Nine’ye teklif etmesi ve buna karşı yaşlı kadının cevabıdır: “Vah dedi Ayşe Nine vah benim kara başım, kara yazgım. Amanın aman, ben yanmışım helak olmuşum da haberim yok. Allah sana uzun ömürler versin, benden alsın sana versin. Vah bana ki ben niye daha önce bunu düşünemedim. Dünya malı, dünya hırsı benim gözümü kör etmiş de haberim yok (30).” Misafir karşılama noktasında, kendilerinin az sayıda da olsa eşyalarını taşımalarına yardımcı ve tek mal varlıkları olan deveciği hiç duraksamadan sofraya sunmaları da yine ailenin kurulduğu temel değerlerden cömertliğin altını çizmektedir. Halkından yöneticisine, büyüğünden küçüğüne “alan el” olmaktan ziyade “veren el” olmayı tercih eden bir topluluğun da yine adil bir yönetimden başkasıyla yönetilmedikleri veya yönetilemeyecekleri apaçıktır.

     Tebdili kıyafetteki padişahın iltifat ve takdirine mazhar olan Yürekdede şehre davet edilir, padişahı ziyaret ve eğer ki bir ihtiyacı var ise bunu gidermesi amacıyla. Hikeyenin sonunda, halen karşılaştığı kişilerin kim olduğundan habersiz, yolculukları esnasında yardımcı olması için belki bir deve isteyebilirim padişahtan diye davete icabet eden Yürekdede, namaz esnasında padişahın duasına şahit olur: “Ya Rabbi, sen Kerim’sin, Rahim’sin, yüceler yücesisin, bana rızık ver. Bana sıhhat ver (49).” Bunun üzerine şöyle söyler kendi kendine Yürekdede:

“Bunun da elinde bir şey yok. Ben de geldim ondan istemeye. Baksana o da bir başka padişahtan istiyor. Bense onunla sarayına gitmeye razı oldum. Bu doğru değil. Hemen çıkıp çadıra döneyim. Yol boyunca da, ağaçlarla çiçeklerle havayla suyla dost ola ola bütün hacetlerimi Allahıma açayım. Ben de yalnız ondan isterim. Yanımda şunun gibi ihsanı bol bir padişah da olsa, başkasındn istemem. İstersem edebi tecavüz olur. Allah’ın gücüne gider (49).”

     Son tahlilde padişahlar padişahını bir kez daha idrak eden Yürekdede, Ayşe Nine’nin yanına döner ve yolculuklarını tamamlarlar. Hikayenin başı itibariyle adil bir düzen ve yönetimin dinamiklerini sunmaya çalışan eserdeki en temel nokta, fert ve aile hususiyetlerinin şekillendiği düzlemdir. Yukarıda örneklerine değindiğimiz bu düzlem, Kur’an ve Sünnet harcıyla şekillenmiş irfani bir yaşam tarzıdır ki istişareden, mütevazılığa, cömertlikten güvene dek pek çok beşeri ilişkinin ideal şeklini sunar. Fertten aileye, toplumdan devlete kadar birlik ve bütünlük içinde yüreklerimizi yeniden dirilttiğimiz nice devletli günlere niyazıyla...
    
_________________________________________________

1. Cahit Zarifoğlu, Yürekdede ile Padişah  (İstanbul: Akabe Yayınları, 1988), 9. Bu yazıda Yürekdede ile Padişah  kitabından yapılacak alıntılar, metinde parantez içinde sayfa numarası verilerek gösterilecektir.