Anadolu Gençlik Dergisi - Mart '18
Hicret
OSTA
"Derviş
Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme
Seni sîgaya
çeken bir Molla Kasım gelir"
Molla Kasım’ın Martıları
1970 dünyasında basılan Martı Jonathan Livingston, özlü edebiyat
kitaplarının taşıdığı “yol, yolcu, yolculuk” ve nihayetinde “kendini tanıma”
eksenli bir sancı öyküsü. Basit olanın zorluğu kabilinden olabildiğince sade
dilin arkasına saklanan varoluşsal bunalım, bir martı serüveniyle sunuluyor. Esasında dört bölümden oluşan kitabın şimdiye
kadar ilk üç bölümle basılmışken dördüncü bölümün ancak yeni basımlarda yer
alması, kitabın yazarı Richard Bach’ın “Otorite ve merasimlerle çevrili yirmi
birinci yüzyılında, özgürlük boğulmak isteniyor. Görmüyor musun? Dünyanız
güvenli hale getirilmek isteniyor, özgür değil.”1 yakınmasıyla
doğrudan ilgili. Boğulan özgürlük, boğulan irade ve boğulan insan.
Aslına bakarsanız kitabın ilk üç bölümden
sonra final yapması her ne kadar umut verici bir sonu taşısa da dördüncü
bölümün muhtevası hakikate uygunluğun dozunu bir derece daha artırmış görünüyor.
Zira hangi inanç, değer, veya felsefe olursa olsun; onun kurumsallaşmasının,
fanatikleşmesinin ya da “dış” kısmının daha fazla önemsenmesinin yol
açtığı öz boşaltım ve çürüme, sorun
olarak görülmüş ve her dönem edebiyat sahasında bu mevzu eleştirilen bir mesele
olarak yer almıştır. Bu minvalde protest bir tavırla zahir (kitap) eksenli
ilmin savunucusu ulemayı eleştiren Yunus Emre şiiri ve Martı Jonathan
Livingston arasında bir bağ kurmak mümkün. Yunus’un Molla Kasım’ı ile “Martı
Jonathan”ın sözde fikir mirasçısı martıları, aralarındaki yedi asırlık farka
rağmen benzer karakterdedirler. Yalnızca bununla da sınırlı olmayıp öyküde dördüncü
bölümden geriye doğru gidildiğinde Yunus Emre şiirini hatırlatıcı unsurlar
katlanarak artmaktadır. Biz burada tespit edebildiklerimizin birkaçından
hareketle metnimizi oluşturacağız.
Yalnız öncesinde üzerinde durmamız gereken
küçük bir uyarıyı, Hilmi Yavuz’un “Yunus Emre ve Shakespeare” karşılaştırması
yaptığı bir yazısından alıntılamakta fayda var. Yavuz, metin ‘şerhi’ ve
‘yorum’u arasındaki farkı ‘sünger’ metaforuyla açıklar. “Yorum, metnin çağdaş
meseleleri emen okumasıdır; -yorum metnin emdiği meselelere ilişkindir, metnin
kendisine değil! Bir başka deyişle, ikincil ve ferî bir okuma! Şerh ise, bizzat
süngerin kendisine ilişkindir; -yani, birincil ve aslî okuma!”2 Dolayısıyla
Martı Jonathan Livingston öyküsünde Yunus Emre’yi hatırlatıcı bulduğumuz
noktalar, Yunus şiirinin yerellikten (özellikle tasavvuf bağlamında) çıkan ve evrenselliği
de kapsayarak emdiği meselelerdir, yoksa “şerh”e teşebbüs olduğu sanılmasın.
Bir deniz kıyısında geçen öykü, amacı
sadece yiyip içerek hayatta kalmak olan bir martı sürüsünün içinde yaşayan
Martı Jonathan’ın herkesten ayrı bir yerde farklı tekniklerle uçuş denemeleri
yapmasıyla başlar. Her defasında annesi tarafından “Diğerleri gibi olmak bu
kadar zor mu?” (s. 17) sorusuyla doğasının sınırlarında zapt edilmeye çalışılan
Martı Jon, hayat gayesini “öğrenmek” olarak belirlemiştir çoktan. “Balıkçı
teknelerinin etrafında o rutin, sıkıcı dönüp dolaşmadan başka nedenler de var
yaşamak için. Cehaletimizi kırabiliriz, becerilerimizi, yeteneklerimizi ve
zekamızı kullanarak kendimizi bulabilir, kendimiz olabiliriz.” (s. 31)
Kendisine devamlı hatırlatılan sınırlı benlik algısını yıkarak hakikatte ne
olduğunu öğrenmek peşinde olan Martı’nın bu sözleri, Yunus’un şiirinde şöyle
ifade edilir:
“Miskin âdem oğlanı
nefse zebun olmuştur
Hayvan canavar gibi
otlamağa kalmıştır”3
Peki hakikatte “sınır”lardan arınmış insan
doğasını öğrenmek ve Martı’nın söylediği gerçek kendiliği bulmak için Yunus
Emre’nin önerisi nedir?
“İlim ilim bilmektir
ilim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
ya nice okumaktır” (s. 129)
Kendilik bilgisini mesele olarak ‘emen’ bu
beyit, sarih bir tasavvufi içeriğe sahip olduğundan bağlamsal olarak bize
insanın hakikatte taşıdığı özsel değeri göstermektedir. Mutasavvıfların Allah-insan-alem
ilişkisini oturttukları varlık anlayışına göre, Cenab-ı Hakk gizli bir hazineyken
bilinmeyi murat ediyor ve bunun için de tüm mahlukatı yaratıyor. Her şeyden
evvel ilk Nur-i Muhammediye’yi yaratan Allah Teala, bu cevherden sırasıyla arş-ı
âlâdan esfel-i safiline kadar bütün alemi meydana getiriyor. Dolayısıyla “... insanın
da bulunduğu mahlukat alemi, başlangıçta vücud-ı mutlak’ın içinde ayrılmaz bir
unsur halinde var ...”4 olduğundan, bir sufi olan Yunus için de
‘kendini bilmek’ insanın özündeki ilahi nuru idrak etmesiyle mümkündür. Zira
“Nefsini bilen Rabbini bilir” mealindeki hadis-i şerif işaretince söylenilen bu
beyit, kendilik bilincinin bizzat insanın özünde bulunan ilahi cevhere isnatla kazanılabileceği
gerçeğidir. Aksi halde bir önceki beyitte işaret olunduğu üzere “kendi”ni fark
etmeyen kişi, insan suretinde olsa bile insan mertebesine ulaşamayacak yani
martı sürüsündeki sıradan martılardan biri olarak kalacaktır.
Martı doğasına “aykırı” davranışlarda
bulunduğu gerekçesiyle sürüden dışlanan Martı Jonathan, kitabın ikinci
bölümünde daha önce hiç görmediği pırıl pırıl iki martı aracılığıyla “cennet”
olarak tabir ettiği gökyüzünde başka bir boyuta geçer. Burada da aynı dünyadaki
gibi yeni uçuş teknikleri denemeye ve öğrenmeye devam eder ama bir farkla;
buradaki martılar kendisi gibi düşünmekte ve yaşamaktadırlar. Fakat cennetin,
aslında bir nihai nokta ya da son durak değil, bizzat kendini öğrenme sürecinin
güzelliğinde ve tüm ölçü-rakamları aşkın bir noktada yaşamak olduğunu keşfeder.
Tıpkı Yunus’un:
“Cennet Cennet
dedikleri birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver sen anı, bana seni gerek seni”
İsteyene ver sen anı, bana seni gerek seni”
beyitinde
işaret ettiği mükemmellikle, daha doğrusu mükemmel olan Allah (cc) ile birlik
olma arzusu gibi.
“Doğuştan bir öğretmen” olan Martı
Jonathan, üstadı Chiang’ın katkılarıyla keşfettiği gerçek benlik bilincini, dünyaya
geri dönüp oradaki diğer martılara da öğretmek ister. Bu konuda üstadının son tembihi “sevgiyi
sakın ihmal etme” cümlesi olur. Ve Martı
Jonathan’ın “sevgisini gösterme yolu, yalnızca gerçekleri görmek için fırsat
kollayan bir martıya doğruları öğretebilmekti[r]”. (s. 75) Bu düşünceyle
dünyaya geri dönen Martı’nın, kendisinin gençlik döneminde olduğu gibi
kayalıklarda tek başına farklı uçuş denemeleri yapan Martı Flechter ile
tanışması uzun sürmez ve ona UÇMAYI öğretir.
Düşünce ve beden zincirlerini kırarak
hakiki benliklerini bulmak isteyen ve martı kafilesince dışlanan kuşlardan bir
ikisi yavaş yavaş Martı Jonathan’ın önderliğinde uçuş talimleri yapadursun, bu
ufak topluluğa karşı diğer taraftan sert önlemler alınarak boykot uygulanmaya
başlanır. Hatta fitne sokan bir şeytan olmakla suçlanan Martı Jonathan, iftiraları
merhametle karşılayarak öğretim faaliyetine devam eder. Genç Martı Flechter’ın
bu duruma şaşırarak “seni öldürmeye
kalkışan bir kuş sürüsünü hala nasıl sevebildiğini hiç anlamıyorum” diye itiraz
etmesine karşılık Martı Jonathan, “Gerçek martıları, onların her birinin
içindeki güzellikleri görmeye çalışmalı, bunu onların da görmesine yardımcı
olmalısın” cümlesiyle sevgisini temellendirildiği noktayı açıklamaktadır. Tam
da bu söylem, “muhabbet, aşk” meşrebinden olan Yunus’un:
“Ey aşıklar ey
aşıklar mezheb ü din aşkdır bana
Gördü gözüm
dost yüzünü yas kamu düğündür bana” (40)
mısralarıyla
örtüşür. Elbette Yunus’un aşk merkezli bakışını seküler bir okuma ile anlamaya
çalışmak aşırı bir yoruma girer. Yunus Emre için, yaratan ve yaratılanı
birleştiren güç aşk’tır. Kamil insanda kendini temaşa edebilmek için alemi
yaratan Allah Teala’nın bilinme isteğine muhabbet duyması, mutasavvıflar için
aşk’ı merkezi bir konuma getirmiştir. Dolayısıyla kainata bakış muhabbetullah
ile şekillenir ve kamil insan, her varlıkta Cenab-ı Hakk’ın ilahi özü olduğunu bildiğinden
aşk nazarı ile bakar; aynı en zahirdeki benlikten en batındaki benliğe dek
Martı’nın gerçek kimliğini gördüğü martılara bakış şekli gibi.
Kitabın son bölümünde artık öğretici
makamını bizzat yetiştirdiği Martı Fletcher’a bırakan Martı Jonathan, dünyadan ayrılır.
Başta Flechter olmak üzere, özgürlüğe uçmak, hakiki benlik, sınırların
aşkınlığı gibi öğretileri yaymakla kendilerini mükellef gören bu öğrenciler, varoluşsal
açıdan martıların aralarında hiçbir fark bulunmadığını, yapılması gerekenin sadece
benlikle alakalı sorgulamalar olduğunu anlatmaya devam ederler. Fakat her zaman için düşünüp “anlamak”tan
daha kolay bir yol vardır; fanatikleşmek. Martı Jonathan’nın öğretisine
artık yabancı kalmayan “sıradan” martılar, git gide kutsallaştırdıkları Martı
öğretilerini kurumsallaşma perdesi altında boşaltırlar. Artık Martı Jonathan
mor gözlerle heykelleştirilen bir kutsal varlık ve o hayattayken onunla
birlikte olan öğrencilerine yaklaşmak bir statü göstergesi haline gelmiştir. Bununla
beraber sağduyusunu kaybetmemiş azınlık bir martı grubu, Resmi Martı Söylemi’ni
reddedip kendileriyle olan hesaplaşmalarını sürdürerek öğretinin hakikatine
ulaşmaya gayret ederler fakat bu kez de Martı Jonathan’ın takipçisi olduğunu
ileri süren sözde takipçiler tarafından dışlanarak.
Resmi söylemin fanatikliğe dönüşmesi mevzusuna gelene dek, martı
öyküsünde şahit olduğumuz iki aşamalı zorluk, ikincisinin birincisine nispetle
daha çetrefilli olduğunu göstermektedir. İlkinde hakiki özünü arayan-aramayan
olarak keskin bir hat çizili iken ve taraflar belli iken, ikinci zorlukta
öğretiyi sahiplendiğini söyleyenlerin devamlı icat edilen “tuhaf adet”lere
gömülerek özü kaçırmaları ve öğretiyi aslından yaşamaya çalışanlara koydukları
sınırlardır.
Bu minvalde Yunus şiirinde eleştirel
olarak yer alan iki toplumsal sınıftan bahsetmek mümkün. Birincisi;
martılarınki gibi henüz “kendilik” bilincinin farkında olmayan, bâtınındaki
ben’e duyarsız kalan zahir ilim savunucusu, kitapla sınırlı ulemadır. Geleneksel
şiirimizde zıt kutuplarda anılan zahid-sufi karakterleri zahir-batın ikilisinin
ete kemiğe bürünmüş hali gibidir. Zahid, Allah’ı kitaplar aracılığıyla öğrenilebileceğini
savunan aklın ve zahir ilimlerin temsilcisi olarak sufiyi eleştirir; sufi de tasavvufi
metodolojiyle Hakk’a ancak ulaşılabileceğini söyleyerek molla, hace, vaiz gibi
sıfatlarla andığı zahid karakterini eleştirir.
"Derviş
Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme
Seni sîgaya
çeken bir Molla Kasım gelir"
mısralarında
Yunus’un bahsettiği Molla Kasım, bu zahid tiplemesinin bir temsilcisidir ve
kendisi batın ilminden habersiz olduğu için sözlerinden ötürü Yunus’u
yargılayabilir (ki ilk dönem mutasavvıflarından pek çoğunun dönemin uleması
tarafından şeriate aykırılık nedeniyle “küfür” ile suçlandığını biliyoruz).
13. yüzyıl insanı olan Yunus Emre’nin
zamanı, artık tasavvufun kurumsallaşmaya başladığı ve “kaba sofu” tabirinin
yavaş yavaş literatüre girdiği bir dönemdir. Bu noktada Yunus’un eleştiri
oklarına hedef olan diğer toplumsal sınıfın, tasavvufi öğretilerin kabuğunda ve
fantazi kısmında kalmış ham sofular olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
“Dervişlik
dedikleri hırka ile tac değil
Gönlün derviş
eyleyen hırkaya muhtac değil” (s. 193)
mısralarından
anladığımız kadarıyla hırkanın bir nevi dervişlik alameti haline gelmesi dahi
Yunus’u rahatsız etmiş, hakiki sufinin nişansız olarak ve herhangi bir
mensubiyet ya da ayrıcalık belirtmeden öz’e (gönüle) yapılan ilim yolculuğunun
talibi olduğunu vurgulamıştır.
Yunus Emre’nin ham sofulara karşı
geliştirdiği bir diğer tepki de dil üzerinden olmuştur. Özellikle, kurulan
tasavvuf elitizmine karşı “bilişmek, Çalap” gibi Türkçe kelimeleri sıklıkla
kullanarak tasavvufi terminolojiyi halk diline yaklaştırması, kendisi ve ham
sofular arasına koyduğu mesafeyi artırmıştır; sağduyulu martıların resmi martı
öğretisi temsilcilerinin söylediği “uçuş, yüce martı, Jonathan” gibi tabirleri
duydukları an zihinlerini kapatmaları gibi.
“Çalab aşkı candaydı
bu bilişlik andaydı
Âdem Havva
kandaydı biz onunla yâr iken” (s. 270)
Son söz yerine diyebileceğimiz birkaç
cümle Martı Jonathan öyküsünün ve asırlardır söylenegelen Yunus şiirinin dikkat
çektiği üzere olacaktır. İçine doğduğumuz dünyanın sıradanlaştırıcı ve
oyalayıcı tesirine kapılmadan hakikatte kim olduğumuzu öğrenmeyi istemek ve
öğrenme metodolojisini seçerken fanatikliğe düşmeden kişi/ler çerçevesinden
ziyade fikir merkezli hareketle öz’e ulaşmak için belki de kuşların (martıların)
dilini takip ederek kanat açmamız icap ediyordur:
“Benim dilim
kuş dilidir benim ilim dost ilidir
Ben bülbülem
dost gülümdür bilin gülüm solmaz benim” (s. 247)
Dipnotlar:
1.
Richard
Bach, Martı Jonathan Livingston,
İstanbul, Epsilon Yayınevi, 2017, s. 147. Bu yazıda Martı
Jonathan Livingston kitabından yapılacak alıntılar, metinde parantez içinde
sayfa numarası verilerek gösterilecektir.
2.
Hilmi
Yavuz, Edebiyat Okumaları, İstanbul,
Timaş Yayınları, 2015, s. 210.
3.
Selim
Yağmur, Yunus Emre Divanı, İstanbul,
Dergah Yayınları, 2016, s. 124. Bu yazıda Yunus Emre Divanı kitabından yapılacak
alıntılar, metinde parantez içinde sayfa numarası verilerek gösterilecektir.
4.
Muhammet
Nur Doğan, Aynaya Yolculuk,
İstanbul, Yelkenli Yayınevi, 2016, s. 119.
Not:
Fotoğraflar, Russell Munson’a ait olup Martı Jonathan Livingston kitabının
içerisinde kullanılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder