14 Şubat 2016 Pazar

Ahmet Paşa ve Hayali Bey'de Tasavvufi Söylem Farkı


21.12.2014
TKL 313 - Hicret Osta




Ahmet Paşa ve Hayali Bey’de Tasavvufi Söylem Farkı


İÇİNDEKİLER

Özet
Giriş
I. Ahmet Paşa ve Hayali Bey’in Tasavvuf Anlayışları
II. Divan Edebiyatı’nda Sevgili Unsuru
III. Ahmet Paşa ve Hayali Bey’in Gazellerinde Sevgili
IV. Sonuç
Kaynakça



ÖZET

     İslam mistisizmi olan tasavvuf, kısaca dinin zahiri kurallarından çok özünü yaşama anlayışıdır. Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasından itibaren mutasavvıfların düşünce yapısı, halk bazında olduğu gibi yöneticiler, sanatçılar gibi farklı toplumsal sınıflar  üzerinde de etkili olmuştur.
     16. Yüzyıl Osmanlı şairlerinden olan Hayali Bey,  sufi kişiliği nedeniyle yazdığı şiirlerde görünen anlamın ve alışılmış imgelerin dışında tasavvufi manalar söylemeye özellikle gayret etmiştir. 15. Yüzyıl şairi olan Ahmet Paşa ise bir ilim adamı olup özde tasavvufa çok bağlı olmayışı hasebiyle, tasavvufi söyleyişe şiirlerinde yer vermekle beraber bunları daha çok sığ anlamlarda kullanmış ve beşeri hususların ön plana çıktığı şiirler yazmayı tercih etmiştir.
     Günümüze gazel ve kasideleri ulaşan Hayali Bey ve Ahmet Paşa'nın tasavvuf anlayışlarının şiirlere nasıl etki ettiği ve aralarında ne gibi söylem farklılıklara sebebiyet verdiği, bu önemli iki şairin  gazellerinden yola çıkarak açıklanmaya çalışılacaktır.       


GİRİŞ

     Divan Edebiyatı, Türklerin İslamiyet’i benimsemesiyle birlikte, kendi dillerinin yanı sıra Arap ve Fars dilleri ve edebiyatlarının da etkisiyle şekillenmiş bir yazılı edebiyat türüdür. İslam kültür havzasına edebiyat anlamında önemli katkı sunan bu tür, düzyazıdan daha çok şiir alanında üretim sağlamıştır. Uzun yıllar Fars Edebiyatı’nın bir parçası sayılan Divan Edebiyatı, özellikle Cumhuriyet Dönemi’nden sonra yapılan araştırmalar neticesinde uluslararası arenada da kendi yetkinliği bulunan ayrı bir ekol olarak kabul edilmiştir. Elbette bunda, bu alanda nice şiir üreten Divan Edebiyatı’nın usta şairlerinin katkıları çok büyüktür.
     Bu metinde şiirlerindeki tasavvufi söylem açısından karşılaştırıp, incelemeye çalışacağımız Ahmet Paşa ve Hayali Bey de, eserleriyle Klasik Türk Edebiyatı’nda derin izler bırakmış ve kendilerinden sonra gelen pek çok edebi şahsiyeti etkilemiş iki büyük şairdir. Başlıca farklılıkları yaşadıkları ve ürün verdikleri yüzyıllar olan bu iki şair hakkındaki bilgilere sadece kendi yazdıkları eserlerden değil, dönemlerinde yaşayıp bu müstesna şairlerin edebi görüşlerini kaleme alan diğer yazılı kaynaklardan da ulaşabilmekteyiz. Ahmet Attila Şentürk, Osmanlı Şiiri Antolojisi isimli kitabında Ahmet Paşa hakkında özetle şu bilgileri verir:
“Tahsilini bitirdikten sonra müderris olarak Bursa Muradiye Medresesi’ne atandı... Fatih’in tahta geçmesinden sonra önce kazasker, sonra da ona musahip ve hoca oldu. Kısa zamanda vezirlik rütbesine ulaştı... Padişaha olan aşırı yakınlığı bazı hasımlarının kıskançlığını celp etmiş olmalı ki bir zaman sonra bazı dedikodular üzerine onun gazabına uğradı ve tutuklanarak sarayın kapıcılar odasına hapsedildi... Kısa bir zaman sonra padişaha hitaben yazdığı meşhur “Kerem Kasidesi”ni göndererek, kendini affettirdiyse de bir daha saraya giremedi... Şiirleri daha sağlığında bütün Anadolu ve Rumeli’ye yayıldığı gibi Hüseyin Baykara’nın Herat’taki sarayında dahi okunur olmuş; kendisinden şairler sultanı olarak bahsedilmişti. Türk Edebiyatı tarihinde Şeyhi ile Necati arasında yetişen şairlerin en büyüğü olarak kabul edilir.”1

     Ele aldığımız diğer şair Hayali Bey hakkında ise onun divanını inceleyen Cemal Kurnaz, Hayâlî Bey Divanının Tahlili isimli kitabında şu bilgileri verir:
“II. Bayezid devrinde İran’dan Bursa’ya gelerek orada zaviye kurmuş olan Baba Ali Mest isimli şeyhin ve müritlerinin cazibesine kapılan Hayali, daha çocuk denecek yaşta içlerinden bir “Işık dilberi”ne aşık olur ve onlara katılır... Bu hayatı esnasında içinde yaşadığı muhitten tasavvufa dair çeşitli bilgiler öğrenir... Padişahın [Kanuni] yakın dostluğunu kazanan Hayali’ye yapılan ihsanları tezkire sahipleri anlata anlata bitiremez.  Şaire önce ulufe, sonra da timar ve zeamet verilmiştir... İki büyük hamisinin katlinden sonra çekemeyenlerin kışkırtmalarından çekinen şair, hayatını emniyette hissetmediğinden İstanbul’dan uzaklaşmak istedi. Bu düşünceyle padişahtan sancak beyliği talep etti... Şiirlerini belli bir yere yazmadığı, bu yüzden çoğunun kaybolduğu belirtilmektedir. Hatta, bir defasında Kanuni onun Divan’ını istetmiş  ve ancak Vefalı Şeyhzade Ali Çelebi’de bulunabilmiştir.”2

     Kısa biyografileri verilen Ahmet Paşa ve Hayali Bey, farklı yüzyıllarda farklı padişah saltanatlarına şahit olmuş, dönemsel değişikliklerden etkilenmiş ve bunu şiirlerine yansıtmışlardır. Bu çalışmada ise, bahsi geçen iki şairin dışsal sebeplerden dolayı aralarında meydana gelen sanatsal farklılıklardan ziyade, tasavvufa duydukları içsel yakınlık ve/ya uzaklık derecelerinin şiirlerinde “sevgili”yi ele alış biçimlerine olan etkileri, ortak kullandıkları imgeler üzerinden incelenecektir. Sevgili bahsindeki tasavvufi söylemlerinin, göndermelerinin varlığı ya da derinliği noktasında kıyaslama yapılacak araç ise, bu iki şaire ait gazeller olacaktır.

I. Ahmet Paşa ve Hayali Bey’in Tasavvuf Anlayışları

     Osmanlı Devleti döneminde tasavvuf ehli olan sufilerin idareciler, ilmiye sınıfı gibi toplumda bulunan çeşitli kesimlerle irtibat halinde oldukları bilinmektedir. Bunun neticesinde; sufi kadılar, alimler olduğu gibi sufi padişahlar da olmuştur.
     Ancak ilmiye sınıfına mensup alimlerin, sahip oldukları ispata dayalı ilim anlayışlarının karşısında keşif ilmine dayalı tasavvufu kabul etmeleri kimi zaman zor olmuştur. Bu nedenle tasavvufu inkar etmese de, ona temkinli yaklaşan veya sevmesine rağmen dünya ile bağı nedeniyle tasavvufi kuralları yaşamına çok da uygulayamayan alimler, müderrisler olmuştur. Ahmet Paşa da böyle müderrislerden biridir. Bu konuyla ilgili Harun Tolasa, Ahmet Paşa’nın Şiir Dünyası isimli kitabında şöyle söyler:
“Ahmet Paşa’da tasavvuf, bilgi ve temayül çerçevesinde kalmaktadır. Devrinin üç büyük sofi veya mutasaffıvı’na yazmış olduğu medhiyeler, onun bu temayülü ve sempatisini açıkça belirtir. Fakat şair, şeriata bağlıdır. Onda tasavvufun temel prensibi olan dünyadan alakasını kesmek, heva vü hevesi terk etmek gibi keyfiyetlere söz olarak birkaç yerde, fakat samimi olarak hiçbir yerde rastlamayız.”3 

     Hayali Bey’de ise durum neredeyse tam aksi istikamette farklıdır. Onun tasavvufa bakış açısını Cemal Kurnaz, Hayali Bey Divanının Tahlili kitabında şöyle özetler:
“Henüz çocuk yaşta iken Işık dervişleri arasına karışıp onlarla düşüp kalkan Hayali Bey, bir müddet o çevreden uzaklaştırılmışsa da şiirlerinde tasavvufi fikir ve heyecanlara daima yer vermiştir. Tasavvuf onda samimi bir heyecan ve duyuş halindedir. Mecazi aşkın işlendiği gazellerde bile ani bir heyecanla birden tasavvufa geçiverdiği görülür.”4


II. Divan Edebiyatı’nda Sevgili Unsuru

     Divan Edebiyatı’nda “sevgili”, cinsiyeti muallakta bırakılmış bir güzellik abidesi olarak kurgulanmıştır. Dönemin güzellik anlayışının bu müphemiyette önemli bir payı vardır. Fakat pek çok şairin eserlerinden yola çıkarak sevgiliye ait ortak özellikler çizilebilmektedir. Bu sevgili, zalimdir ve pek çok aşığını bakışları, kirpikleri, saçları, salınışı,  ilgisizliği gibi sayabileceğimiz nedenlerden ötürü cansız bırakır.
     Sevgilinin bu soyut ve çoğu zaman cinsiyetsiz hali, onun tasavvuf bağlamında Allah ile özdeşleştirilebilmesini kolaylaştırmıştır. Böylece sevgilinin Allah olarak tasavvur edilmesi, şiirleri tasavvufi söyleme açık hale getirerek ilahi aşkın anlatılması sağlanmıştır. Elbette ki bu durum, tüm şairlerin sufi bir bakış açısıyla “sevgili” ile Allah’ı kast ettiklerini söylemez. Çünkü “sevgili” bağlamında beşeri aşkın anlatıldığı, azımsanamayacak kadar fazla sayıda gazel de mevcuttur.
     Tasavvufi şiir yazan ve yazmayan şairler arasındaki ilişkiyi İskender Pala şu şekilde özetlemiştir: “Divan şiirinde mutasavvıf şairlerin yanısıra dindışı konularda yazan şairler de tasavvuftan bahsetmişlerdir. Buna karşılık tasavvufi şairler de dindışı şairler gibi meyhaneden, şaraptan, sevgiliden, sevgilinin güzelliklerinden bahsetmek gereğini vurgulamışlardır.”5 Bu durumda, divan edebiyatına ait herhangi bir eserde sevgiliyle ilgili bölümleri her iki ihtimali göz önünde bulundurarak okumak, metnin daha doğru ve zengin bir biçimde anlaşılmasını sağlayacaktır.
     Beşeri ve ilahi aşk bağlamında, temelde iki yönlü ele alabileceğimiz “sevgili” bahsi, Aşık Paşa’nın ve Hayali Bey’in gazellerinde de kullanılan temel konulardandır. Aralarındaki fark ise tamamen birbirinin zıddı durumlar olmaktan çok, tasavvuf anlayışlarının farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Hayali Bey’de tasavvufi göndermeleri daha fazla, bu nedenle derinlik açısından daha ileri olan beyitlere rastlarken, Ahmet Paşa’daki sevgili tasavvurunu daha yalın olarak niteleyebiliriz.

III. Ahmet Paşa ve Hayali Bey’in Gazellerinde Sevgili

          Ahmet Paşa aşk konulu bir gazeline şu beyit ile başlar:
“Sâyem ziyâ vireydi gün gibi gökde aya
Bir gün mukârin olsam sen serv-i meh-likâya”6
“Sen ay yüzlü servi [boylu] güzele bir gün yakın olsam, gölgem [dahi sevinçten] güneş gibi ışık verirdi gökteki aya.”                   
      Görüldüğü gibi Ahmet Paşa burada sevgiliyi boyu dolayısıyla servi ağacına, sevgilinin yüzünü ise parlaklığından ötürü aya benzetmiştir. Ayın ışığını güneşten almasına gönderme yaparak da gökyüzünde gerçekleşen bir doğa olayının hayalini kurdurup, aslında sevgiliye yakın olma isteğini dile getirmiştir.
     Hayali Bey’in yine aşk konulu bir gazeli de tıpkı Ahmet Paşa gibi güneş-gölge metaforu üzerinden sevgili bahsiyle başlar:
“Ol gün kanı ki gün gibi sûzân idüm sana
Olsan revâne sâye-i bî-cân idüm sana”
“Hani o gün senin için güneş gibi yanardım, nereye yürüsen sana cansız bir gölge olurdum.”
     Bu beyitte, tıpkı Ahmet Paşa gibi güneş-gölge ikilisinden istifade edilerek sevgiliye duyulan hayranlık anlatılmıştır. Güneş ve gölge, divan edebiyatında zıtlıklarından istifa edilerek tenasüp içinde kullanılmaktadır. Fakat Ahmet Paşa’dan farklı olarak Hayali Bey’in tasavvufi söylemi, ilk beyitte sevgilinin görüldüğü “gün”ün ikinci beyitte açıklanmasıyla ortaya çıkar:
“Esrâr-i kâinata ezel cür’a-dân iken
Ben hânkâh-i ışkda hayrân idüm sana”
“[Hani] ezel, kainatın sırlarına esrar hokkası iken ben aşk tekkesinde sana hayran idim.”
Ahmet Attila Şentürk, bu durumu şöyle izah eder:
“Sözü edilen gün “Ezel” günü yani kainattaki hiçbir şeyin daha henüz yaratılmadığı, güneşin ve gölgenin olmadığı bir gündür. Şair o günün gerçeklerini dünyanın izafi nesneleri olan güneş ve gölge ile tarif etmeye çalışmaktadır. Görüldüğü üzere söz konusu günde kendisinden bahsedilen sevgilinin Allah olduğu açıktan açığa değil fakat hissettirilerek ifade edilmektedir.”

     Daha ilk beyitlerden tasavvufi söylem farklılıkları göze çarpan bu iki şair, aynı farklılık üzere, gazellerinin diğer beyitlerini inşa ederler. Bir sonraki beyitte Ahmet Paşa şöyle devam eder:
“Cân gülşeninde zülfün berg asdı fitne-engiz
Dil mezra’ında hâlün tohm ekdi her belaya”
“Zülfün canın gül bahçesinde fitne koparan bir yaprak astı; benin [ise] gönül tarlasında her bela için tohum ekti.”
     Divan edebiyatında saç, kaş, ben gibi siyah veya koyu renkli tasavvur edilen sevgilinin baş unsurlarının, karışıklık anlamına gelen “fitne”ye sebep olduğu düşünülmüştür. Bu unsurlar öyle büyüleyici ve güzeldir ki, aşıklar arasında bir karmaşa yaratır.  Ahmet Paşa da bilinen bu bilgiye istinaden sevgilinin saç ve benini büyü yapan insanlara benzeterek, birinin ağaca yaprak astığını birinin de tarlaya tohum eker gibi büyüyle ilgili malzemeler gömdüğünü ima eder. Kendisi de büyüleyici bu güzelliklerden ötürü sevgiliye aşık oluvermiştir. Bu yorumun ötesinde, daha derin bir tasavvufi anlam çıkarmak güçtür.
     Hayali Bey, aynı gazeline devamla üçüncü beytinde şunları söyler:    
“Ne gülde reng ü bû var idi ne sabâda fer
Ben gülşenünde bülbül-i nâlân idüm sana”
“[O gün] ne gülde renk ve koku ne de rüzgarda fer olmadığı halde ben senin gül bahçende feryat eden bir bülbüldüm.”
     Şair, ikinci beytindeki ezel gününe hala gönderme yaparak, o gün ne gülde renk ve koku ne de rüzgarda fer olmadığı halde, kendisinin sevgilinin gül bahçesinde inleyen bir bülbül olduğunu söylüyor. O ezel gününde hiçbir varlığın yaratılmadığı düşünülürse, buradaki gül ve bülbül metaforlarının, aynı güneş ve gölge örneklerinde olduğu gibi tamamıyla mecazi anlamda kullanıldığını düşünebiliriz. Böylece beşeri bir varlığa duyulan aşktan ziyade, ilahi bir aşk için inleyen bir aşıkla (bülbül) karşı karşıya olduğumuzu söylemek daha doğru olacaktır.
     Her iki beyitte de ortak olarak “gülşen” kelimesi kullanılmaktadır. Ahmet Paşa’da kullanılan gülşen, aşıkla bağlantılı olarak onun canının gül bahçesi anlatılmak istenmiştir. Aşığın canı, sevgili nedeniyle ıztırap çekmiş, gülün rengi gibi kırmızı olan kanla kaplanmıştır. Bu nedenle kalp ve gönül manasına da kullanılan can, gülşene benzetilmiştir.
     Hayali Bey’in gülşenden kastı ise, müphem sevgili daha çok ilahi aşkı anımsattığından Allah’ın katı, yanı gibi düşünebilir. Elbette ki aşık da burada inleyen bir bülbül konumundadır. Dolayısıyla, Hayali Bey’in bu beytinde de ikinci bir yorumla, tasavvufi bir iz bulmak mümkünken Ahmet Paşa’da bu mümkün olmuyor.
     Ahmet Paşa, aşk ve sevgili temalı bir başka gazelinde sevgili uğruna ne kadar çile çektiğini ve bu nedenle nice gözyaşı döktüğünü şu beyitle anlatır:
“Bârân-i eşk-i çeşmûm gör ol diraht-i nâzı
Ne itdi kim nihâl-i serv üzre saldı sâye”
“Gözyaşımın yağmurlarının o naz ağacını ne hâle getirdiğine bak; servi fidanı üzerine gölge saldı.”
     Aşık Paşa, bu beyitte sevgili nedeniyle çektiği üzüntülerin bir aşık olarak kendisini ağlattığından dem vurmaktadır. Bu gözyaşları o denli çok olmuştur ki, naz yapmasından dolayı naz ağacına benzetilen sevgiliyi büyüten yağmura benzetilmiştir. Bu ağaç, servi fidanına gölge olabilecek kadar serpilip, büyümüştür. Yağmurun bitkileri sulama hayalinden yola çıkan şair, sevgiliye olan hasretinden ve onun yolunda çektiği çilelerden döktüğü gözyaşlarını anlatmaktadır.
     Aynı şekilde, Hayali Bey’in sevgiliyi övüp, duyduğu aşkı anlatan bir başka gazelinde, “gözyaşı” kelimesini bir beyitte şöyle dile getirir:
“Aldı gitdi penbe-i dâgum Hayâlî seyl-i eşk
Guyiyâ bir cûydan berg-i gül-i handân akar”
“Hayâlî! Gözyaşı seli bir akarsuda [beyaz] gül yapraklarının sürüklenmesi gibi yaramın pamuğunu aldı gitti.”
     Hayali Bey, sevgili uğruna sel gibi gözyaşı akıtan aşık konumundadır. Aşık Paşa’dan farkı ise, sevgili için akıtılan gözyaşları tasavvufi göndermelerle işlenmiştir. Ahmet Attila Şentürk, bu durumu şöyle açıklar:
“Şairin yaralarındaki pamuk ile kastettiği, söz konusu Kalenderiler gibi bazı Batıni derviş gruplarının gezdikleri köy ve kasabalarda yahut şehirlerde ilgi çekmek için vücutlarına yaralar açıp daha sonra üzerine bastıkları pamuklardır.  Beyitteki ifadeye göre şairin akıttığı seller gibi gözyaşları,
vücudundaki pamukları alıp götürmüştür.”7

     Ahmet Paşa ve Hayali Bey, temelde sevgilinin verdiği ıstırap nedeniyle yağmur ve sel gibi ağlayan birer aşık olduklarını söyleseler de katmanlı yorumlama açısından Hayali Bey’in beytinin daha elverişli olduğu görülür. Bunda tasavvufi bir altyapıyla şiirini söylemesinin etkisi büyüktür, diğer örnek beyitlerde olduğu gibi.      

IV. Sonuç

     Bahsi geçen iki şair, sevgili ve aşk üzerine yazdıkları pek çok gazelde, diğer divan şairleri gibi ortak imgelem dünyasındaki unsurları kullanmışlardır, güneş ve gölge gibi. Elbette ki bunda divan edebiyatının temel kuralı olan; sınırlı hayallerle şiir söyleme geleneğinin etkisi büyüktür. Bu durumda şairlerin farklılıkları, bu ortak imgelere ne derece derinlik katıp, beyitlerini katmanlı yorumlamaya açık hale getirip getirmedikleriyle ilgilidir.
     Sonuç olarak diyebiliriz ki, kendi dönemlerinde ve sonrasında etkili şairler olan Ahmet Paşa ve Hayali Bey’in farklılıklarını ortaya çıkarmada tasavvufi söylem yadsınamaz bir role sahiptir. Yukarıda incelenen aşk konulu gazellerin beyitlerinde de görüldüğü üzere, Ahmet Paşa sevgili bağlamında kurulan hayalleri Hayali Bey kadar yoğunlukta tasavvufla harmanlayarak söylemez. Buna mukabil Hayali Bey çoğunlukla müphem bir sevgiliyi anarak ve diğer beyitlerle bu deyişi destekleyerek ilahi aşkın kastedildiğini okuyucuya hissettirir.
________________________________________________________
1. Ahmet Attila Şentürk, Osmanlı Şiir Antolojisi (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014), 46.
2. Cemal Kurnaz, Hayali Bey Divanının Tahlili (Ankara: Kurgan Edebiyat, 2012), 28-32. 
3. Harun Tolasa, Ahmet Paşa’nın Şiir Dünyası (Ankara: Akçağ Yayınları, 2001), 66.
4. Cemal Kurnaz, Hayali Bey Divanının Tahlili (Ankara: Kurgan Edebiyat, 2012), 71. 
5. İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü (İstanbul: Melisa Matbaacılık, 2004), 440. 
6. Bu metinde, Ahmet Paşa ve Hayali Bey’in gazellerinin transkripsiyonlu yazılışları ve Türkçe ifadelerinin tümü, Ahmet Attila Şentürk’ün Osmanlı Şiiri Antolojisi kitabından alınmıştır.
7. Ahmet Attila Şentürk, Osmanlı Şiir Antolojisi (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014), 46.



KAYNAKÇA

Kurnaz, Cemal. Hayali Bey Divanının Tahlili. Ankara: Kurgan Edebiyat, 2012.
Pala, İskender. Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü. İstanbul: Melisa Matbaacılık, 2004.
Şentürk, Ahmet Attila. Osmanlı Şiir Antolojisi. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014.
Tolasa, Harun. Ahmet Paşa’nın Şiir Dünyası. Ankara: Akçağ Yayınları, 2001.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder