21.12.2014
TKL 313 - Hicret Osta
Özet
Giriş
I. Ahmet Paşa
ve Hayali Bey’in Tasavvuf Anlayışları
II. Divan Edebiyatı’nda Sevgili Unsuru
III. Ahmet Paşa ve Hayali Bey’in Gazellerinde Sevgili
IV. Sonuç
Kaynakça
ÖZET
İslam mistisizmi olan
tasavvuf, kısaca dinin zahiri kurallarından çok özünü yaşama anlayışıdır. Osmanlı
Devleti’nin kuruluş aşamasından itibaren mutasavvıfların düşünce yapısı, halk
bazında olduğu gibi yöneticiler, sanatçılar gibi farklı toplumsal sınıflar üzerinde de etkili olmuştur.
16. Yüzyıl Osmanlı şairlerinden
olan Hayali Bey, sufi kişiliği nedeniyle
yazdığı şiirlerde görünen anlamın ve alışılmış imgelerin dışında tasavvufi
manalar söylemeye özellikle gayret etmiştir. 15. Yüzyıl şairi olan Ahmet Paşa
ise bir ilim adamı olup özde tasavvufa çok bağlı olmayışı hasebiyle, tasavvufi
söyleyişe şiirlerinde yer vermekle beraber bunları daha çok sığ anlamlarda
kullanmış ve beşeri hususların ön plana çıktığı şiirler yazmayı tercih
etmiştir.
Günümüze gazel ve
kasideleri ulaşan Hayali Bey ve Ahmet Paşa'nın tasavvuf anlayışlarının şiirlere nasıl etki
ettiği ve aralarında ne gibi söylem farklılıklara sebebiyet verdiği, bu önemli iki şairin gazellerinden
yola çıkarak açıklanmaya çalışılacaktır.
GİRİŞ
Divan Edebiyatı, Türklerin İslamiyet’i benimsemesiyle birlikte, kendi
dillerinin yanı sıra Arap ve Fars dilleri ve edebiyatlarının da etkisiyle
şekillenmiş bir yazılı edebiyat türüdür. İslam kültür havzasına edebiyat
anlamında önemli katkı sunan bu tür, düzyazıdan daha çok şiir alanında üretim
sağlamıştır. Uzun yıllar Fars Edebiyatı’nın bir parçası sayılan Divan
Edebiyatı, özellikle Cumhuriyet Dönemi’nden sonra yapılan araştırmalar
neticesinde uluslararası arenada da kendi yetkinliği bulunan ayrı bir ekol
olarak kabul edilmiştir. Elbette bunda, bu alanda nice şiir üreten Divan
Edebiyatı’nın usta şairlerinin katkıları çok büyüktür.
Bu metinde şiirlerindeki
tasavvufi söylem açısından karşılaştırıp, incelemeye çalışacağımız Ahmet Paşa
ve Hayali Bey de, eserleriyle Klasik Türk Edebiyatı’nda derin izler bırakmış ve
kendilerinden sonra gelen pek çok edebi şahsiyeti etkilemiş iki büyük şairdir.
Başlıca farklılıkları yaşadıkları ve ürün verdikleri yüzyıllar olan bu iki şair
hakkındaki bilgilere sadece kendi yazdıkları eserlerden değil, dönemlerinde
yaşayıp bu müstesna şairlerin edebi görüşlerini kaleme alan diğer yazılı
kaynaklardan da ulaşabilmekteyiz. Ahmet Attila Şentürk, Osmanlı Şiiri Antolojisi isimli kitabında Ahmet Paşa hakkında
özetle şu bilgileri verir:
“Tahsilini bitirdikten sonra müderris olarak Bursa
Muradiye Medresesi’ne atandı... Fatih’in tahta geçmesinden sonra önce kazasker,
sonra da ona musahip ve hoca oldu. Kısa zamanda vezirlik rütbesine ulaştı...
Padişaha olan aşırı yakınlığı bazı hasımlarının kıskançlığını celp etmiş olmalı
ki bir zaman sonra bazı dedikodular üzerine onun gazabına uğradı ve
tutuklanarak sarayın kapıcılar odasına hapsedildi... Kısa bir zaman sonra
padişaha hitaben yazdığı meşhur “Kerem Kasidesi”ni göndererek, kendini
affettirdiyse de bir daha saraya giremedi... Şiirleri daha sağlığında bütün
Anadolu ve Rumeli’ye yayıldığı gibi Hüseyin Baykara’nın Herat’taki sarayında
dahi okunur olmuş; kendisinden şairler sultanı olarak bahsedilmişti. Türk
Edebiyatı tarihinde Şeyhi ile Necati arasında yetişen şairlerin en büyüğü olarak kabul edilir.”1
Ele aldığımız
diğer şair Hayali Bey hakkında ise onun divanını inceleyen Cemal Kurnaz, Hayâlî Bey Divanının Tahlili isimli
kitabında şu bilgileri verir:
“II. Bayezid
devrinde İran’dan Bursa’ya gelerek orada zaviye kurmuş olan Baba Ali Mest
isimli şeyhin ve müritlerinin cazibesine kapılan Hayali, daha çocuk denecek
yaşta içlerinden bir “Işık dilberi”ne aşık olur ve onlara katılır... Bu hayatı
esnasında içinde yaşadığı muhitten tasavvufa dair çeşitli bilgiler öğrenir... Padişahın
[Kanuni] yakın dostluğunu kazanan Hayali’ye yapılan ihsanları tezkire sahipleri
anlata anlata bitiremez. Şaire önce
ulufe, sonra da timar ve zeamet verilmiştir... İki büyük hamisinin katlinden
sonra çekemeyenlerin kışkırtmalarından çekinen şair, hayatını emniyette
hissetmediğinden İstanbul’dan uzaklaşmak istedi. Bu düşünceyle padişahtan
sancak beyliği talep etti... Şiirlerini belli bir yere yazmadığı, bu yüzden
çoğunun kaybolduğu belirtilmektedir. Hatta, bir defasında Kanuni onun Divan’ını
istetmiş ve ancak Vefalı Şeyhzade Ali
Çelebi’de bulunabilmiştir.”2
Kısa
biyografileri verilen Ahmet Paşa ve Hayali Bey, farklı yüzyıllarda farklı
padişah saltanatlarına şahit olmuş, dönemsel değişikliklerden etkilenmiş ve
bunu şiirlerine yansıtmışlardır. Bu çalışmada ise, bahsi geçen iki şairin
dışsal sebeplerden dolayı aralarında meydana gelen sanatsal farklılıklardan
ziyade, tasavvufa duydukları içsel yakınlık ve/ya uzaklık derecelerinin
şiirlerinde “sevgili”yi ele alış biçimlerine olan etkileri, ortak kullandıkları
imgeler üzerinden incelenecektir. Sevgili bahsindeki tasavvufi söylemlerinin,
göndermelerinin varlığı ya da derinliği noktasında kıyaslama yapılacak araç
ise, bu iki şaire ait gazeller olacaktır.
I. Ahmet Paşa ve Hayali Bey’in Tasavvuf Anlayışları
Osmanlı Devleti döneminde tasavvuf ehli
olan sufilerin idareciler, ilmiye sınıfı gibi toplumda bulunan çeşitli
kesimlerle irtibat halinde oldukları bilinmektedir. Bunun neticesinde; sufi
kadılar, alimler olduğu gibi sufi padişahlar da olmuştur.
Ancak ilmiye sınıfına mensup alimlerin,
sahip oldukları ispata dayalı ilim anlayışlarının karşısında keşif ilmine
dayalı tasavvufu kabul etmeleri kimi zaman zor olmuştur. Bu nedenle tasavvufu
inkar etmese de, ona temkinli yaklaşan veya sevmesine rağmen dünya ile bağı
nedeniyle tasavvufi kuralları yaşamına çok da uygulayamayan alimler,
müderrisler olmuştur. Ahmet Paşa da böyle müderrislerden biridir. Bu konuyla
ilgili Harun Tolasa, Ahmet Paşa’nın Şiir Dünyası isimli kitabında şöyle söyler:
“Ahmet Paşa’da tasavvuf, bilgi ve temayül çerçevesinde
kalmaktadır. Devrinin üç büyük sofi veya mutasaffıvı’na yazmış olduğu
medhiyeler, onun bu temayülü ve sempatisini açıkça belirtir. Fakat şair,
şeriata bağlıdır. Onda tasavvufun temel prensibi olan dünyadan alakasını
kesmek, heva vü hevesi terk etmek gibi keyfiyetlere söz olarak birkaç yerde,
fakat samimi olarak hiçbir yerde rastlamayız.”3
Hayali Bey’de ise durum neredeyse tam aksi
istikamette farklıdır. Onun tasavvufa bakış açısını Cemal Kurnaz, Hayali Bey
Divanının Tahlili kitabında şöyle özetler:
“Henüz çocuk yaşta iken Işık dervişleri arasına karışıp
onlarla düşüp kalkan Hayali Bey, bir müddet o çevreden uzaklaştırılmışsa da şiirlerinde
tasavvufi fikir ve heyecanlara daima yer vermiştir. Tasavvuf onda samimi bir
heyecan ve duyuş halindedir. Mecazi aşkın işlendiği gazellerde bile ani bir
heyecanla birden tasavvufa geçiverdiği görülür.”4
II. Divan Edebiyatı’nda Sevgili Unsuru
Divan Edebiyatı’nda “sevgili”, cinsiyeti
muallakta bırakılmış bir güzellik abidesi olarak kurgulanmıştır. Dönemin
güzellik anlayışının bu müphemiyette önemli bir payı vardır. Fakat pek çok
şairin eserlerinden yola çıkarak sevgiliye ait ortak özellikler
çizilebilmektedir. Bu sevgili, zalimdir ve pek çok aşığını bakışları,
kirpikleri, saçları, salınışı, ilgisizliği gibi sayabileceğimiz nedenlerden
ötürü cansız bırakır.
Sevgilinin bu soyut ve çoğu zaman
cinsiyetsiz hali, onun tasavvuf bağlamında Allah ile özdeşleştirilebilmesini
kolaylaştırmıştır. Böylece sevgilinin Allah olarak tasavvur edilmesi, şiirleri
tasavvufi söyleme açık hale getirerek ilahi aşkın anlatılması sağlanmıştır.
Elbette ki bu durum, tüm şairlerin sufi bir bakış açısıyla “sevgili” ile
Allah’ı kast ettiklerini söylemez. Çünkü “sevgili” bağlamında beşeri aşkın
anlatıldığı, azımsanamayacak kadar fazla sayıda gazel de mevcuttur.
Tasavvufi şiir yazan ve yazmayan şairler
arasındaki ilişkiyi İskender Pala şu şekilde özetlemiştir: “Divan şiirinde
mutasavvıf şairlerin yanısıra dindışı konularda yazan şairler de tasavvuftan
bahsetmişlerdir. Buna karşılık tasavvufi şairler de dindışı şairler gibi
meyhaneden, şaraptan, sevgiliden, sevgilinin güzelliklerinden bahsetmek
gereğini vurgulamışlardır.”5 Bu durumda, divan edebiyatına ait
herhangi bir eserde sevgiliyle ilgili bölümleri her iki ihtimali göz önünde
bulundurarak okumak, metnin daha doğru ve zengin bir biçimde anlaşılmasını
sağlayacaktır.
Beşeri ve ilahi aşk bağlamında, temelde iki
yönlü ele alabileceğimiz “sevgili” bahsi, Aşık Paşa’nın ve Hayali Bey’in
gazellerinde de kullanılan temel konulardandır. Aralarındaki fark ise tamamen
birbirinin zıddı durumlar olmaktan çok, tasavvuf anlayışlarının
farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Hayali Bey’de tasavvufi göndermeleri daha
fazla, bu nedenle derinlik açısından daha ileri olan beyitlere rastlarken,
Ahmet Paşa’daki sevgili tasavvurunu daha yalın olarak niteleyebiliriz.
III. Ahmet Paşa ve Hayali Bey’in Gazellerinde Sevgili
Ahmet Paşa aşk konulu bir gazeline şu
beyit ile başlar:
“Sâyem ziyâ vireydi gün
gibi gökde aya
Bir gün mukârin olsam sen
serv-i meh-likâya”6
“Sen ay yüzlü servi
[boylu] güzele bir gün yakın olsam, gölgem [dahi sevinçten] güneş gibi ışık
verirdi gökteki aya.”
Görüldüğü gibi Ahmet Paşa burada sevgiliyi boyu dolayısıyla servi
ağacına, sevgilinin yüzünü ise parlaklığından ötürü aya benzetmiştir. Ayın
ışığını güneşten almasına gönderme yaparak da gökyüzünde gerçekleşen bir doğa
olayının hayalini kurdurup, aslında sevgiliye yakın olma isteğini dile
getirmiştir.
Hayali Bey’in yine aşk konulu bir gazeli
de tıpkı Ahmet Paşa gibi güneş-gölge metaforu üzerinden sevgili bahsiyle
başlar:
“Ol gün kanı ki gün gibi
sûzân idüm sana
Olsan revâne sâye-i
bî-cân idüm sana”
“Hani o gün senin için güneş
gibi yanardım, nereye yürüsen sana cansız bir gölge olurdum.”
Bu beyitte, tıpkı Ahmet Paşa gibi
güneş-gölge ikilisinden istifade edilerek sevgiliye duyulan hayranlık
anlatılmıştır. Güneş ve gölge, divan edebiyatında zıtlıklarından istifa
edilerek tenasüp içinde kullanılmaktadır. Fakat Ahmet Paşa’dan farklı olarak Hayali
Bey’in tasavvufi söylemi, ilk beyitte sevgilinin görüldüğü “gün”ün ikinci
beyitte açıklanmasıyla ortaya çıkar:
“Esrâr-i kâinata ezel
cür’a-dân iken
Ben hânkâh-i ışkda hayrân
idüm sana”
“[Hani] ezel, kainatın
sırlarına esrar hokkası iken ben aşk tekkesinde sana hayran idim.”
Ahmet Attila Şentürk, bu
durumu şöyle izah eder:
“Sözü edilen gün “Ezel” günü yani kainattaki hiçbir şeyin
daha henüz yaratılmadığı, güneşin ve gölgenin olmadığı bir gündür. Şair o günün
gerçeklerini dünyanın izafi nesneleri olan güneş ve gölge ile tarif etmeye
çalışmaktadır. Görüldüğü üzere söz konusu günde kendisinden bahsedilen
sevgilinin Allah olduğu açıktan açığa değil fakat hissettirilerek ifade
edilmektedir.”
Daha ilk beyitlerden tasavvufi söylem
farklılıkları göze çarpan bu iki şair, aynı farklılık üzere, gazellerinin diğer
beyitlerini inşa ederler. Bir sonraki beyitte Ahmet Paşa şöyle devam eder:
“Cân gülşeninde zülfün berg
asdı fitne-engiz
Dil mezra’ında hâlün tohm
ekdi her belaya”
“Zülfün canın gül
bahçesinde fitne koparan bir yaprak astı; benin [ise] gönül tarlasında her bela
için tohum ekti.”
Divan edebiyatında saç, kaş, ben gibi
siyah veya koyu renkli tasavvur edilen sevgilinin baş unsurlarının, karışıklık
anlamına gelen “fitne”ye sebep olduğu düşünülmüştür. Bu unsurlar öyle
büyüleyici ve güzeldir ki, aşıklar arasında bir karmaşa yaratır. Ahmet Paşa da bilinen bu bilgiye istinaden
sevgilinin saç ve benini büyü yapan insanlara benzeterek, birinin ağaca yaprak
astığını birinin de tarlaya tohum eker gibi büyüyle ilgili
malzemeler gömdüğünü ima eder. Kendisi de büyüleyici bu güzelliklerden ötürü
sevgiliye aşık oluvermiştir. Bu yorumun ötesinde, daha derin bir tasavvufi
anlam çıkarmak güçtür.
Hayali Bey, aynı gazeline devamla üçüncü
beytinde şunları söyler:
“Ne gülde reng ü bû var
idi ne sabâda fer
Ben gülşenünde bülbül-i
nâlân idüm sana”
“[O gün] ne gülde renk ve
koku ne de rüzgarda fer olmadığı halde ben senin gül bahçende feryat eden bir
bülbüldüm.”
Şair, ikinci beytindeki ezel gününe hala
gönderme yaparak, o gün ne gülde renk ve koku ne de rüzgarda fer olmadığı
halde, kendisinin sevgilinin gül bahçesinde inleyen bir bülbül olduğunu
söylüyor. O ezel gününde hiçbir varlığın yaratılmadığı düşünülürse, buradaki
gül ve bülbül metaforlarının, aynı güneş ve gölge örneklerinde olduğu gibi
tamamıyla mecazi anlamda kullanıldığını düşünebiliriz. Böylece beşeri bir
varlığa duyulan aşktan ziyade, ilahi bir aşk için inleyen bir aşıkla (bülbül)
karşı karşıya olduğumuzu söylemek daha doğru olacaktır.
Her iki beyitte de ortak olarak “gülşen”
kelimesi kullanılmaktadır. Ahmet Paşa’da kullanılan gülşen, aşıkla bağlantılı
olarak onun canının gül bahçesi anlatılmak istenmiştir. Aşığın canı, sevgili
nedeniyle ıztırap çekmiş, gülün rengi gibi kırmızı olan kanla kaplanmıştır. Bu
nedenle kalp ve gönül manasına da kullanılan can, gülşene benzetilmiştir.
Hayali Bey’in gülşenden kastı ise, müphem
sevgili daha çok ilahi aşkı anımsattığından Allah’ın katı, yanı gibi
düşünebilir. Elbette ki aşık da burada inleyen bir bülbül konumundadır. Dolayısıyla,
Hayali Bey’in bu beytinde de ikinci bir yorumla, tasavvufi bir iz bulmak
mümkünken Ahmet Paşa’da bu mümkün olmuyor.
Ahmet Paşa, aşk ve sevgili temalı bir
başka gazelinde sevgili uğruna ne kadar çile çektiğini ve bu nedenle nice
gözyaşı döktüğünü şu beyitle anlatır:
“Bârân-i eşk-i çeşmûm gör
ol diraht-i nâzı
Ne itdi kim nihâl-i serv
üzre saldı sâye”
“Gözyaşımın yağmurlarının
o naz ağacını ne hâle getirdiğine bak; servi fidanı üzerine gölge saldı.”
Aşık Paşa, bu beyitte sevgili nedeniyle
çektiği üzüntülerin bir aşık olarak kendisini ağlattığından dem vurmaktadır. Bu
gözyaşları o denli çok olmuştur ki, naz yapmasından dolayı naz ağacına benzetilen
sevgiliyi büyüten yağmura benzetilmiştir. Bu ağaç, servi fidanına gölge
olabilecek kadar serpilip, büyümüştür. Yağmurun bitkileri sulama hayalinden
yola çıkan şair, sevgiliye olan hasretinden ve onun yolunda çektiği çilelerden
döktüğü gözyaşlarını anlatmaktadır.
Aynı şekilde, Hayali Bey’in sevgiliyi
övüp, duyduğu aşkı anlatan bir başka gazelinde, “gözyaşı” kelimesini bir
beyitte şöyle dile getirir:
“Aldı gitdi penbe-i dâgum
Hayâlî seyl-i eşk
Guyiyâ bir cûydan berg-i
gül-i handân akar”
“Hayâlî! Gözyaşı seli bir
akarsuda [beyaz] gül yapraklarının sürüklenmesi gibi yaramın pamuğunu aldı gitti.”
Hayali Bey, sevgili uğruna sel gibi
gözyaşı akıtan aşık konumundadır. Aşık Paşa’dan farkı ise, sevgili için
akıtılan gözyaşları tasavvufi göndermelerle işlenmiştir. Ahmet Attila Şentürk,
bu durumu şöyle açıklar:
“Şairin yaralarındaki pamuk ile kastettiği, söz konusu
Kalenderiler gibi bazı Batıni derviş gruplarının gezdikleri köy ve kasabalarda
yahut şehirlerde ilgi çekmek için vücutlarına yaralar açıp daha sonra üzerine bastıkları
pamuklardır. Beyitteki ifadeye göre şairin akıttığı seller gibi gözyaşları,
vücudundaki pamukları alıp götürmüştür.”7
vücudundaki pamukları alıp götürmüştür.”7
Ahmet Paşa ve Hayali Bey, temelde
sevgilinin verdiği ıstırap nedeniyle yağmur ve sel gibi ağlayan birer aşık
olduklarını söyleseler de katmanlı yorumlama açısından Hayali Bey’in beytinin
daha elverişli olduğu görülür. Bunda tasavvufi bir altyapıyla şiirini
söylemesinin etkisi büyüktür, diğer örnek beyitlerde olduğu gibi.
IV. Sonuç
Bahsi geçen iki şair, sevgili ve aşk
üzerine yazdıkları pek çok gazelde, diğer divan şairleri gibi ortak imgelem
dünyasındaki unsurları kullanmışlardır, güneş ve gölge gibi. Elbette ki bunda
divan edebiyatının temel kuralı olan; sınırlı hayallerle şiir söyleme
geleneğinin etkisi büyüktür. Bu durumda şairlerin farklılıkları, bu ortak
imgelere ne derece derinlik katıp, beyitlerini katmanlı yorumlamaya açık hale
getirip getirmedikleriyle ilgilidir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, kendi
dönemlerinde ve sonrasında etkili şairler olan Ahmet Paşa ve Hayali Bey’in
farklılıklarını ortaya çıkarmada tasavvufi söylem yadsınamaz bir role sahiptir.
Yukarıda incelenen aşk konulu gazellerin beyitlerinde de görüldüğü üzere, Ahmet
Paşa sevgili bağlamında kurulan hayalleri Hayali Bey
kadar yoğunlukta tasavvufla harmanlayarak söylemez. Buna mukabil Hayali Bey
çoğunlukla müphem bir sevgiliyi anarak ve diğer beyitlerle bu deyişi destekleyerek
ilahi aşkın kastedildiğini okuyucuya hissettirir.
________________________________________________________
________________________________________________________
1. Ahmet Attila Şentürk, Osmanlı Şiir Antolojisi (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014), 46.
2. Cemal Kurnaz, Hayali Bey Divanının Tahlili (Ankara: Kurgan Edebiyat, 2012), 28-32.
3. Harun Tolasa, Ahmet Paşa’nın Şiir Dünyası (Ankara: Akçağ Yayınları, 2001), 66.
4. Cemal Kurnaz, Hayali Bey Divanının Tahlili (Ankara: Kurgan Edebiyat, 2012), 71.
4. Cemal Kurnaz, Hayali Bey Divanının Tahlili (Ankara: Kurgan Edebiyat, 2012), 71.
5. İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü (İstanbul: Melisa Matbaacılık, 2004), 440.
6. Bu metinde, Ahmet Paşa ve Hayali Bey’in gazellerinin transkripsiyonlu yazılışları ve Türkçe ifadelerinin tümü, Ahmet Attila Şentürk’ün Osmanlı Şiiri Antolojisi kitabından alınmıştır.
7. Ahmet Attila Şentürk, Osmanlı Şiir Antolojisi (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014), 46.
6. Bu metinde, Ahmet Paşa ve Hayali Bey’in gazellerinin transkripsiyonlu yazılışları ve Türkçe ifadelerinin tümü, Ahmet Attila Şentürk’ün Osmanlı Şiiri Antolojisi kitabından alınmıştır.
7. Ahmet Attila Şentürk, Osmanlı Şiir Antolojisi (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014), 46.
KAYNAKÇA
Kurnaz, Cemal. Hayali Bey Divanının
Tahlili. Ankara: Kurgan Edebiyat, 2012.
Pala, İskender. Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü. İstanbul: Melisa Matbaacılık, 2004.
Şentürk, Ahmet Attila. Osmanlı Şiir Antolojisi. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014.
Tolasa, Harun. Ahmet Paşa’nın Şiir Dünyası. Ankara: Akçağ Yayınları, 2001.
Pala, İskender. Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü. İstanbul: Melisa Matbaacılık, 2004.
Şentürk, Ahmet Attila. Osmanlı Şiir Antolojisi. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2014.
Tolasa, Harun. Ahmet Paşa’nın Şiir Dünyası. Ankara: Akçağ Yayınları, 2001.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder