29.04.2015
TKL 393 - Hicret Osta
Mantıku’t-Tayr
ve Suttalar
Arayış ve tecrübe bağlamında bir çatı
terim olarak kullanılan mistisizm, anlatılamayanı anlatma sahası olarak kabul
edilmektedir. “Bütün bir hakikat problemine aklî ve daha çok sezgiye dayalı
melekelerle özel biçimde yaklaşmak”1 manasına gelen mistisizm,
mistik bir hristiyan ilahiyatı olarak ortaya çıkmışsa da “görünenin ötesine
veya görünmez olana geçme tecrübesi, şeklindeki genel anlamıyla belli bir dine
özgü olmayıp bütün dinlerde rastlanan bir olgudur.”2
Bilincin dönüşerek zihnin bir noktadan
başka bir noktaya varması, bunun neticesinde de zihin, beden ve dış dünya
farkındalığının bir bütün halinde hareketinin tecrübe edilmesi, mistisizmin
karakteristik özelliğidir. Diğer bir deyişle beden, zihin ve dış dünya
farkındalığının bütünsel yolculuğu, mistik tecrübenin başat yönüdür. Mistik tecrübe
sonucunda; mutlak hakikatin aşkın varlığına ulaşma, benliğin tanrı ile bir olması
hedeflenir. Fakat bu noktada belirtilmesi gereken husus şudur ki; bu hedeflenen
“bir”liğin ifade ediliş şekli, dünyadaki bütün mistik doktrinlerde farklı
yapısal kavramlarla kendini göstermiştir. “Mesela mutlak hakikat tecrübesiyle
ilgili olarak bazı mistikler şahsi tanrı terimleriyle konuşurken bazıları
Brahman, boşluk, Nirvana, bir, iyi gibi gayri şahsi bir gerçek varlıktan söz
etmektedir.” 3
Bu bağlamda baktığımızda, inceleyeceğimiz iki farklı kültür havzasının mistik
tecrübeye dair yazıya dökülmüş ürünleri olan Buda’nın suttaları ve Feridüddin
Attar’ın Mantıku’t Tayr’ında da bu tarz kavramsal farklılıklar ön planda olup
dikkat çekmekle birlikte, ikisi de yine bir mutlak hakikat arayışı içerisinde
olmak suretiyle ortak bir noktada kesişmektedirler. Fakat bu yazıda ele
alınacak temel konu ise, bahsi geçen metinleri mürşidin / öğreticinin rolü
bakımından karşılaştırarak aralarındaki benzerlik ve farklılıkların metinlerin oluşturdukları mistik dile nasıl yansıdığını tesipt etmeye çalışmaktır.
_________________________________________________________
_________________________________________________________
1-2-3. Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi,
İlhan Kutluer (İstanbul: TDV Yayın Matbaacılık, 2005), “Mistisizm” maddesi.
Öncelikle suttaların günümüze ulaşma ve
hangi manalara geldiği üzerinde duracak olursak; ilk söylememiz gereken
tarihsel olarak bahsettiğimiz Buda’nın arkasında hiçbir yazılı metin bırakmamış
olmasıdır. Otoritesinin merkezileşmesine karşı olan Buda’nın bu anlamda
bilinçli bir tercih yaptığını görüyoruz. Fakat ölümünün ardından geçen uzun
yıllar neticesinde “hafız”lar yoluyla sözlü olarak muhafaza edilen öğretiler,
iç savaş gibi bu öğretilerin unutulmasına, kaybolmasına sebep olacak pek çok
tehlike nedeniyle yazıya geçirilmiş ve böylelikle şu an elimizde
bulunan suttalara sahip olunmuştur. Buda ve takipçileri arasında geçen
diyaloglar, bunların yazılı hali, ve son olarak da okuyucunun bu öğretileri
pratiğe geçirme hadisesinin hepsine birden sutta denilmekte, ve bu üçü de
ayrışmaz kabul edilmektedir. Dolayısıyla sutta derken, yazarının sistematik bir
biçimde bütünlüklü olarak geriye bıraktığı bir metin değil, ilk olarak sözlü
yolla aktarılıp, sonradan takipçiler tarafından yazıya geçirilmiş bir dizi
metinle karşı karşıya olduğumuzu bilmeliyiz.
Bu anlamda Mantıku’t Tayr’ın ise, bizzat
yazarı tarafından mistik tecrübenin aktarılması adına edebi sanatların da
dikkate alınarak yazıldığı, çok daha yazılı kültür havzasının özelliklerini
taşıyan bütünlüklü bir metin olduğunu söyleyebiliriz. Sonuç itibariyle iki
kapak arasında toplanmış kitabi bir metinden bahsediyor olacağız Mantıku’t Tayr
derken, suttaların aksine.
“Genellikle mistisizme göre insanın yeryüzündeki varlığının başlıca
amacı kendi gerçek varlığını keşfetmek ve onunla aynîleşmektir.”4 Mistizimdeki bu keşfetme sürecinin katıksız bir "arayış", dolayısıyla da ruhsal, zihinsel ve/ya fiziksel "yolculuk" anlayışlarını da beraberinde getirdiği yadsınamaz bir gerçektir. Bunun bir kanıtı da farklı kültür coğrafyalarında gelişen mistik düşüncelerin hemen hemen hepsinde farklı şekillerde ifade edilmesine rağmen, arayış ve yolculuk temalarının genişçe yer tutmasıdır.
________________________________________________________
________________________________________________________
4. Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi, İlhan
Kutluer (İstanbul: TDV Yayın Matbaacılık, 2005), “Mistisizm” maddesi.
Bahsedilen bu arayış ve yolculuk ise çoğu
mistikçi için bir öğreticinin / mürşitin önderliği ve gözetiminde, en asgarî
seviyede ise bir öğreticinin düşünce doktrinleri çerçevesinde hareketle
sağlanır. Bu anlamda mürşidin önemi bir kat daha artmaktadır; zira öğretici bu
yolculuk ve arayış serüveninde mistik tecrübeye dahil olan ya da olmak isteyen
kişiye rehberlik edecektir adeta.
Suttalara ve Mantıku’t-Tayr’a
baktığımızda, birbirlerinden şekilsel, metinsel ve ürünü oldukları kültürler
açısından çok farklılıklar taşımalarına rağmen mistiksel düzlemde, öğreticinin
rehber olarak vazife alması ortak noktalarıdır. İlkinde Buda’nın bizzat
kendisinin, ikincisinde ise Hüdhüd aracılığıyla Attar’ın bir rehber olarak,
tarifler yaptıklarına, takipçilerine belirli yönleri işaret ettiklerine, yolculukta
geldikleri “haller” ve aşamalar konusunda onları bilgilendirdiklerine,
takipçilerin ihtiyaçlarına göre bilgiyi düzenleyip sunduklarına şahit olmaktayız.
Öğreticiyi bir rehber olarak kabul
ettiğimiz mistik tecrübe sahasında, öğreticinin hangi yöntemler vasıtasıyla bu
rolü sürdürdüğüne baktığımızda ise takipçileri ile arasında geçen sorularla
örülü diyalogların sıklığı dikkatimizi çekmektedir. Buda, ele aldığımız
suttaların birçoğunda ya takipçilerine soru sorarak, bir düşünceden hareketle onların
derinleşmelerini sağlamış ya da bizzat takipçilerden gelen soruları
cevaplayarak onları mistik tecrübeye katmıştır. Örneğin beş numaralı suttasında
Buda, size “bütün”ü öğreteceğim diyerek konuşmasına başlar ve akabinde, “what
is the all?” diye sorarak takipçilerini bu konuda düşünmeye çeker. Ya da
takipçilerinin yönelttikleri soruları, kimi zaman sorularla kimi zaman da
doğrudan cevaplarla karşılayarak
diyaloğu devam ettirir.
Aynı yöntemin Mantıku’t- Tayr’da da
sürdürülüğünü görüyoruz. Mesela, kuşların pek çoğu kişisel meyil ve aşklarından
dem vurarak ilk başta yolculuğa katılmayı kabul etmezler. Fakat Hüdhüd’ün
“Aşkın küfürle ve imanla işi ne? Âşıkların bir an için bile olsa canla ne işi
var? Daha ne zaman kadar korkacaksın?”5 şeklindeki soruları, aşkı
yolculuklarına engel olarak gösteren kuşları düşündürmüş ve yola koyulma
noktasında onları ikna etmiştir. Bunun dışında da pek çok yerde, kuşların
şüpheye düştükleri noktada Hüdhüd’e sorular sorduklarını ve Hüdhüd’ün bunları
açıkladığını görüyoruz.
Yine Buda ve Attar’ın, mürşit olarak
anlatılması güç tecrübî durumları hikaye ederek, takipçilerine rehberlik
yaptıklarını görüyoruz. İlk suttasında Buda, insanın doğal muhit [natural habitat]
bölgesinde kalarak dışarı çıkmamasının insanı nasıl güvende tuttuğunu anlatmak
için bıldırcın ve onu avlamaya çalışan şahinin başından geçenleri anlatır.
Hikayeleme aracılığıyla anlatılmak istenen duruma işaret etmeyi
Mantıku’t-Tayr’da da görürüz. Yalnız burada hikayeyi Hüdhüd takipçilerine
değil, Attar doğrudan okuyucularına anlatır. Bu anlamda Buda gibi aracısız bir
şekilde, yani bir sembol üzerinden gitmeden öğretiye muhatap olanlara seslenir
bir bakıma. Neredeyse eserin bütününde, Hüdhüd ve kuşların yaşadıkları bir
olayın hemen akabinde, olayda verilmek istenen mesajın somutlaşmış bir hikaye
versiyonu bulunmaktadır. Böylece Attar, öğretici olarak okurunun mistik
tecrübesini genişletir.
_______________________________________________________
5. Feridü’d-din Attar, Mantıku’t-Tayr Kuşların Diliyle, çev., Mustafa Çiçekler (İstanbul:
Kaknüs Yayınları, 2006), 141.
Bahsi geçen iki ayrı yazınsal üründe öğreticilerin rollerinin farklılık gösterdiği durumlar da vardır. Bunlardan biri, Buda’nın adeta bir tabip vazifesi görerek takipçilerine
yaklaşmasıdır. Örnek olarak ikinci suttaya bakarsak; Buda, Mâlukya isimli bir
takipçisiyle diyalog halindedir. Önce onu dinler ve sorununu gözle görülür bir
hale getirir. Sonra muhatabını, kendi yaşamsal durumu içinde merkezi olana
yönlendirir, onu doğal muhitine çeker bir anlamda ve “kendini toplamasını”
sağlar. Diğer bir deyişle re-orientation
yaparak farklı bir yön gösteren fikir ve bakış açılarıyla karşılaştırır
muhatabını.
Bunun örneğini ikinci suttada Buda’nın
ağzından dinliyoruz: “I have determined this is unease…Why have I determined
these matters? To do so leads to what is beneficial, to the beginning of
training, to disenchantment, to dispassion, to cessation, to peace, to direct
knowing, to awakening, to unbinding.” Buda’nın tabipliği ile beden kendi varsayımlarını
görebilir hale geliyor ve böylece teşhis sunulunca muhatap da iyileşiyor. Çünkü
bir anlamda Buda, hastalıktan kurtuluş reçetesini sunuyor.
Mantıku’t-Tayr’da ise, bir derde derman
bulma veya çözüm üretme bağlamında mürşit, tabiplik vazifesi görmez. Aksine
“dert”in muhafaza edilmesi amaçlanır. Bu anlamda, mürşit derdi olmaya dert
edindirir, derdi olanın da bu derdinin devamlılığını sağlar, derde çare bulmak
yerine. Attar, derdin önemine şu sözleriyle dikkat çeker: “Dert sahibi ol,
çünkü derdin, kendinin dermanıdır. İki âlemde de can ilacın kendi derdindir…
Zahitlikten ve saflıktan vazgeç; insana dert ve musibet gereklidir. Derdi
olanın dermanı olmasın. Derdine derman isteyenin canı çıksın.”6 Mantıku’t-Tayr’da
derdin, mistik arayış esnasında asıl motivasyonu sağlayan, dolayısıyla
çözümlenmemesi ve giderilmemesi gereken bir şey olarak konumlandırılması,
mürşidin de doğrudan bir tabip gibi düşünülmesini engelliyor.
________________________________________________________
6. Feridü’d-din Attar, Mantıku’t- Tayr Kuşların
Diliyle, çev., Mustafa Çiçekler (İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2006), 411.
Bu iki metin arasında mürşitler açısından
değerlendirilme yapıldığında bir farklılık da, iki farklı mistik düşüncenin
duyumsama alanlarının aynı olmaması nedeniyle öğreticilerin muhataplarının farklı
duyumsama alanlarına hitap etmeleridir. Bu farklılığın, suttalarda Buda’nın
Mantıkut’t-Tayr’da ise Hüdhüd’ün yani Attar’ın kendilerini ifade ediş
şekillerine, dolayısıyla metinlerin kurulduğu mistik dile yansıdığını görürüz.
Budizm’de görme, fark etme, algılama
merkezi olarak zihin kabul edilirken, tasavvufta bu merkez gönüldür. İlkinden
bahsedecek olursak; Buda’nın güvenlikli alan olarak ilan ettiği doğal muhit,
insanın kalması gereken yerdir. Burada kalarak insan ancak içkin bir huzura
erebilir. Bu da ancak duyumsanılan şeylerin zihinde yer kaplamasına izin
vermeden, onlara tutunmadan akıp gitmelerini sağlayarak elde edilebilecek bir
durumdur. Zihin şeyleri oldukları gibi
görmeyi geliştirir ve zanaat haline getirirse, kişi doğal muhitinde kalmayı
başarabilecek, böylece zihin-beden farkındalığı elde edilerek “şu an”da kalabilecektir.
İnsanın aydınlanmasını, şeyleri olduğu
gibi görecek zihinsel bir berraklığa bağlayan Buda, bu nedenle öğretilerini
dile getirirken sanatlı bir anlatıdan uzak duruyor. Şeyleri tam da oldukları
gibi ifade ediyor ki şeyleri oldukları gibi görmenin önüne set çekilmesin.
Mantıku’t-Tayr’a kıyasla suttaların çok daha yavan bir dille kurulmuş olması,
bu düşünceden kaynaklanmaktadır. Suttalar içinde terminolojik kavramların çok
kullanılması da yine, şeylere doğrudan temas edebilen kelimelere sahip olmak ve
onları kullanmak bağlamında önem arz eder.
Tasavvufta algılama merkezinin zihin değil
gönül olması, karşılaştırdığımız iki mistik alan için köklü bir değişim
sayılabilir. Çünkü gönül, muhatabını doğrudan duygulara bağlar. Elbette ki bir
duyumsama hala mevcut bulunmakta, ama bu duyumsamanın artık eli ya da ayağı hissetmekten
farklı olarak, duyguların duyumsaması olduğu açıktır. Bu nedenledir ki, Attar
sanatkârane kullandığı bir dille duygulara hitap etmeyi başarır. Çünkü öğretisi
mantık ya da zihin gibi araçlarla değil, ancak duyguları algılayan gönül
tarafından anlaşılabilecektir. Kendisi de bu durumu şöyle açıklar: “Divanım
baştan başa divanelikten ibaret. Akıl bu sözlere yabancı.”7
Bu minvalde, yine Buda’nın kendisini
temsilen hiçbir sembol kullanmadan öğretici vasfıyla, muhataplarına doğrudan
seslendiğini görüyoruz. Çünkü araya Buda’dan başka bir sesin girmesi, muhatabın
zihninin şeyleri olduğu gibi algılamasına engel olması olarak görülür. Fakat
tasavvufun tanrının zahir ve batın sıfatlarına binaen, ontolojik açıdan yaptığı
görünen ve görünmeyen ayrımı, eserin mistik dilinde son derece etkilidir.
Zahirde Hüdhüd, batında Attar, batın’ül batında ise Allah’ın sesini duyarak
tasavvuf öğretise muhatap olur okuyucu. Aynı bağlamda Attar’ın eserinin şekli
bakımından şiiri seçmiş olması da tesadüfi değildir. Zahir ve batını içinde
taşıyabilme özelliğinden dolayı, eser manzum olarak vücuda gelmiştir.
Sonuç olarak, öğreticinin rolleri
bakımından karşılaştırmaya çalıştığımız iki farklı kültür havzasının ürünü olan Suttalar ve Mantıku’t-Tayr eseri, kimi yerde kesişirken kimi yerde de tam aksi
istikamette özellikler göstermişlerdir. Bu yazıda, belirlenen kesişim ve ayrışım noktaları temel
alınarak bu metinlerdeki mevcut mistik dillere dair çıkarımlar yapılmaya çalışılmıştır.
_________________________________________________________________
7. Feridü’d-din Attar, Mantıku’t- Tayr Kuşların
Diliyle, çev., Mustafa Çiçekler (İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2006), 418.
KAYNAKÇA
1.
Attar,
Feridü’d-din. Mantıku’t-Tayr Kuşların
Diliyle. Çeviren Mustafa Çiçekler.
İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2006.
2.
Türkiye
Diyanet Vakfı Ansiklopedisi. İlhan Kutluer. 30 cilt. İstanbul: TDV Yayın
Matbaacılık, 2005.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder